Joy, kaderine razı olmayan, birilerinin kızı ya da karısı olmakla yetinmeyen bir kadının öyküsünü anlatıyor

Joy: Dik dur, boyun eğme!

‘Joy’ bir biyografi; bir tür süpürge/paspas icat eden Joy Mangano'nun öyküsü. Kahramanımız erkek olsaydı filmin adı Mangano olurdu ama sektörün mantığına göre kadın dediğin bir tür çocuk olduğu için onlara adıyla hitap edilebilir. Oysa film tam da bunun tersini anlatıyor: Kaderine razı olmayan, çevresindeki işe yaramaz ya da düpedüz kötü erkekleri aşarak başarıya ulaşan, birilerinin kızı ya da karısı olmakla yetinmeyen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Fakat tabii ki feminist bir açıdan da bakılabilir ve kadının babasının soyadıyla anılmamasında fayda da görülebilir. Ki sadece adıyla hitap edilmek isteyen feministler de var.

Kusturica usulü aile
Lafı uzatmayalım. David O. Russel'ın yönettiği filmin başrolünde yönetmenin favori oyuncusu Jennifer Lawrence, Joy'u oynuyor, Robert de Niro da Joy'un babası Rudy'yi. Film, Kusturica filmlerini andıran bir aile tablosu çiziyor bize. Joy'un annesi yataktan çıkmadan dizi izliyor, babası sevgilileri terk ettikçe eve dönüyor (yoksa karısını terk etmiş durumda), Joy'un boşandığı kocası evin bodrumunda yaşıyor. Joy, iki küçük çocuğuyla birlikte yer hostesliği yaparak bu evi idare etmeye çalışıyor. Oysa lisenin en parlak öğrencisiymiş Joy. Üniversiteye de girmiş ama babasının tamirci dükkânının muhasebe işlerine yardımcı olabilmek için eve dönmüş ve şarkıcı eşiyle evlenmiş. Joy sadece parlak bir öğrenci değil. Yaratıcı bir zekâsı da var. İcat ettiği köpek tasmasının patentini almış olsa ailesi çoktan köşeyi dönmüş olabilecekmiş.

Joy'un ailesi literatürde "işlevsiz aile" diye geçen şeyin mükemmel bir örneği. Böyle bir aileden kendine güvenli, yaratıcı bir birey olarak çıkmak imkânsız olurdu, bu tabloya uymayan tek bir kişi olmasaydı: Joy'un anneannesi Mimi (Diane Ladd), Joy'daki cevheri gören, Joy'a inanan ve sonuna kadar destekleyen kişi. Hatta Joy'da özel bir cevher olmasa bile, böyle bir destek onu hayatta kendine güvenli ve mücadeleci bir insana dönüştürmeye yetebilir (Gelişim psikoloğu John Bowlby'nin "bağlanma kuramı", bildiğim kadarıyla böyle söylüyor).

Russel'ın filmi "iyi" bulundu, ortalamanın biraz üstünde notlar aldı. Filmin kusurlu yanları var. Özellikle Bradley Cooper'ın canlandırdığı TV yöneticisi karakteri fazla havada kalıyor. Joy'la aralarında bir romans yaşanacağı izlenimi veriliyor ama bu da bir yere bağlanmıyor. Filmin başındaki karnavalesk hava, bazen gerçekçiliğe, bazen iyice masala dönüşebiliyor. Bütün bunların ötesinde, filmi girişimci kapitalizme bir övgü diye görmek de pekâla meşru olur. Fakat her şeye rağmen benim bu haftaki favori filmim Joy. Ki bu hafta iddialı bir hafta. Yeni Tarantino, Rocky dizisinin devamı Creed, kapitalizmin son krizini anlatan Büyük Açık var perdelerde. Ama hiçbirinde Jennifer Lawrence yok.

***

The Hateful Eight: Aşağılık kovboylar!

joy-dik-dur-boyun-egme-102901-1.

Tarantino ile Nuri Bilge Ceylan arasında bir bağ olduğunu “The Hateful Eight”ten önce de düşünüyordum ama bu filmle bu fikrime iyice kâni oldum. Tarantino’nun “Kış Uykusu”yla karşı karşıyayız. Yani daha çok kapalı mekânlarda geçen, kahramanların ha babam de babam konuştuğu, dışarda kar kış kıyametin sürdüğü ve hatta bir sahnede dışardan içeri girenlerin ayağının kaydığı bir film (Kış Uykusu’nda da istasyonda böyle bir sahne vardı), üç saatlik “The Hateful Eight”. Tarantino-Ceylan bağı spagetti western’e yaptıkları göndermelerde de var. Ceylan Leone’nin “Bir Zamanlar Batı’da” ve “Bir Zamanlar Amerika’da” filmlerine gönderme yapmıştı “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile. Tarantino, Ennio Morricone’ye yaptırıyor filminin müziğini, Leone’nin baş bestecisine. Tarantino, hamburgerler üzerine sohbet ettiriyordu kahramanlarını, Ceylan manda yoğurdu üzerine sohbet ettirmişti.

İki yönetmen de sosyal mesajlar vermekten kaçınırdı. Fakat “The Hateful Eight”, finalinde “her şeye rağmen” bir mesaj veriyor. Bu mesaj Siyahlar ve Beyazların birlikte barış içinde yaşamalarından yana, net bir mesaj. Her şeye rağmen kısmı ise şöyle: Bu mesajı veren iki erkek de güvenilmez insanlar ve biraz önce elbirliğiyle bir kadını asmış durumdalar. Yine de Tarantino’dan bu kadar sosyal sorumluluk sahibi bir tavır beklemiyordum. Darısı başımıza mı demeli?

Yalnız, “The Hateful Eight”, “Kış Uykusu”nun yanında sönük kalıyor. Çünkü “Kış Uykusu”nun dayandığı metnin arkasında Çehov var. “The Hateful Eight”in esinleri arasında en fazla Agatha Christie’den söz edebiliriz, ama daha çok Tarantino-esk gevezeliklerle dolu film. İlk defa düşünmüyorum, Tarantino’nun lafazan kahramanları beni sarmamıştır genelde. O lafazanlıkları ne çok zekice ne de esprili bulmuşumdur. Yine öyle buldum. Tarantino ne bir Çehov ne de bir Christie. Ne de bir Ercan Kesal veya Ceylan’lar.

Ama The Hateful Eight, yine de hoş yanları da olan bir film. İyi çekilmiş (80 mm), iyi de oynanmış. Ama fazla uzun ve bu uzunluğu hak etmiyor.

***

Büyük Açık: Aşağılık finansçılar!

joy-dik-dur-boyun-egme-102902-1.

“Büyük Açık”, seyri zor bir film. Kapitalizmin son krizini anlatıyor ve bunu bu krizin geleceğini ilk görenlerin perspektifinden yansıtmaya çalışıyor. Filmin mükemmel bir oyuncu kadrosu var. Christian Bale, tek gözlü, asosyal, heavy metal hastası doktoralı finansçı da çok iyi. Keza sisteme öfkeli ve tabii ki asosyal finansçı da Steve Carrel etkileyici. Brad Pitt, Kris Kristofferson’ı andıran saçı ve sakalıyla bambaşka bir tipe bürünmüş.

Bir sürü teknik terim içinden anladığımız şu: Serbest piyasa ekonomisi dediğimiz, aynen semt pazarı gibi. Üste sağlam elmalar, alta çürük elmaları koyuyor manav. Aynı şeyi o kerli ferli, takım elbiseli, döpiyesli finansçılar, bankacılar yapıyorlar. Yalnız manavınki çok masum kalıyor finansçıların yaptığının yanında. Üste güvenilir, alta çürük hisseleri koyan bankacının malını alan masum vatandaş, sonunda evini, emeklilik maaşını, işini kaybediyor. Manavdan çürük elma almaya benzemiyor işler.

Bu aşağılık insanlardan çoğu da kriz sonunda işini kaybediyor ama asıl kapitalistlere yine bir şey olmuyor. Onların borçlarını devlet yine halktan aldığı vergilerle ödüyor.
Filme seyri zor dedim ama zorlanmaya değer. Hoş, ben zaten bu düzenin nasıl işlediğini biliyorum diyorsanız, yeni bir şey öğrenmeyeceksiniz. Ama Pitt, Carrel ve Bale gibi ustaları seyretmenin de bir zevki var.