Yapımcılığını, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendikleri ‘Jupiter Ascending-Jüpiter Yükseliyor’un bir başyapıt olacağı umudu uzun süre canlı kaldı. Ta ki eleştirmenler filmi Sundance’te izleyene kadar

Jüpiter Yükseliyor Wachowskiler düşüyor

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ - @madayantii

Bilim-kurgu türü söz konusu olduğunda filmin hikâyesinin ve anlatımının ikinci plana atıldığını sıklıkla görürüz. Oysaki bu film türü edebiyatı, sosyolojiyi ve kültürel referansları, sinema teknolojisini kullanarak bir bütünlük kazandığında anlamlı ve kalıcı oluyor.  Matrix’in yaratıcıları Wachowski’ler Matrix serisinde bu bütünlüğü başarmışlardı. Bu sayede kült film yaratmakla kalmayıp geçen yüzyılın en tartışmalı ve kafa açıcı filmini ortaya çıkarmışlardı. Hal böyle olunca bu kardeşlerin her filminin, yeni ufuklar açacak bir kapasitede olması beklendi. Bu hafta vizyona giren, yapımcılığını, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendikleri ‘Jupiter Ascending-Jüpiter Yükseliyor’un bir başyapıt olacağı umudu uzun süre canlı kaldı. Ta ki eleştirmenler Sundance’te özel gösterimde izleyip filmi olumsuz eleştirilere boğana ve filmin fragmanı yayınlanana kadar. Çok üzülerek söylüyorum ki; film tam da saydığım sebeplerden dolayı büyük bir hayal kırıklığı.

Bu hayal kırıklıklarını ve filmin Wachowskilerin elinden çıkmış olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak filmi kendi başına değerlendirmekten başka bir şey düşmüyor bana. Yani Wachowskilerin filminin otomatik hissettirdiği yüksek beklentiyi arka plana atarsak film eğlencelik, bildik, konusu önemsenmemiş süslü bir film.

Filmde DNA’ları yarı insan yarı kurt olan Caine (Channing Tatum) ve yarı arı olan Stinger (Sean Bean) gibi lejyon askerleri var. Uçan kertenkele askerler ve görünmez uzay araçları, volkanik krallıklar var. Dünya üzerinde bu varlıklar görünmez olarak birbirleriyle savaşabiliyorlar (Signs-İşaretler filmini anımsatan, ve bir klişe ötesi olarak, bu araçların yeryüzünde tarlalarda bıraktığı garip şekiller var). Galaksi içinde bürokrasi sistemi var, her çeşit canlının sıra beklediği, bir departmandan diğer departmana saatlerce sürüklendiği bir hiyerarşik yapı. Bu sahnede ünlü yönetmen Terry Gilliam’ı yetkili memur rolünde görüyoruz. Ve böylece Gilliam’ın filmi Brazil’i bir kez daha anımsıyoruz. Steampunk tarzı Kafkavari atmosfer filmin kısa ama en kayda değer damarıydı diyebilirim. Gel gör ki tüm bu orijinallik dönüp dolaşıp “seçilmiş” biri mevzusu etrafında toplanıyor. Ve çok basit bir Kül Kedisi hikâyesi içinde ucuz bir uzay operası havasına giriyor.

UZAY OPERASI

Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; öldürülen Rus bir babanın kızı olan ve annesiyle Amerika’ya kaçak gemiyle gelen ve temizlik işçisi olarak çalışan (nedense sürekli elinde tuvalet fırçasıyla anlatılmış bu) Jupiter Jones (Mila Kunis), bir gün kendisini öldürmek isteyen uzaylı yaratıklarla haşır neşir olur. (Bu uzaylılar da Star Wars Cantina’ya bile giremeyecek kadar komik ve yaratıcılıktan uzaklar.)

Ancak o sırada Caine, fakir Rus göçmeni Jupiter’i ilk kurtarışını gerçekleştirir. Tüm bunların sonunda jüpiter Jones aslında Abrasax hanedanlığının üç kardeşi tarafından yönetilen galaksinin yeniden hayata gelmiş kraliçe annesidir ve dünyanın da sahibidir. İzlediğim tüm filmler arasında gördüğüm en pasif, en ilgisiz kadın kahraman jüpiter. Sürekli kurtarılması gereken, olayla hiç ilgilenmeyen, bulunduğu durumun ciddiyetini anlamayan, her yeni sahnede birisi tarafından tuzağa düşürülen ve her seferinde Caine’in uçan botlarıyla gelip onu kurtardığı boş bir karakter. Karakteriyle, ne içinde bulunduğu durumun ciddiyetini anlamış ne de oyunculuğu ile bu kadar büyük bütçeli bir yapımın hakkını verebilmiş.

ALARM

Filmle ilgili eleştiriler sıralamakla bitmez. Ama esas problem daha geniş çerçevede yatıyor. Büyük ve yetkin isimler ise bu yaraya parmak basmaya devam ediyor. Daha önce Spielberg’in de uyardığı üzere, Hollywood’un sancılar içinde olduğunu ve büyük bütçeli filmler için alarm zilleri çaldığını yazmıştım. Son yıllarda büyük bütçeli, büyük starların oynadığı, aşırı gösterişli filmlerin gişelerde yenilgiye uğradığını biliyoruz. Bu konu bundan birkaç ay önce Sundance’deki bir panelde Robert Redford ile Georges Lucas arasındaki söyleşi de de gündeme gelmiş. Gösterişli ama içeriksiz yapımların batağına düşen, eleştirmenlerin yerle bir ettiği ve gişede ciddi sıkıntı yaşayacak gibi duran Jüpiter Yükseliyor’dan sonra bu tartışma daha da büyüyecek gibi duruyor.

BÜTÇE

Film, yarattığı dünya ve görselliğiyle geçer not alsa da hikâyesinin sıkışmışlığı ve sıradanlığı ile sınıfta kalıyor. Maximalist bir dünya yaratan Wachowskilerin, karakterleri insani detayları hiç dikkate almadıkları gözüküyor. Hikâyesi o kadar geniş ki bu hikayenin hakkının verilmesi için mini bir seri olarak çekilmesi gerekirmiş. Yaratılan dünya, fütüristtik bilim kurgu mimarilerinden ziyade Rönesans mimarisinden, cam yapılardan ve gotik sanattan izler taşıyor. Caine’in yerçekimi karşıtı botlarıyla kaydığı sahnelerde olduğu gibi bilgisayarla yaratılan görüntüler yerine dublörlü sahneler daha fazla kullanılmış. Ayrıca Gravity filmi için üretilen Vicon T40 kamera, uzay sahneleri için yerini almış. Bütçesi hayli geniş Warner Bros. patentli film aslında 25 Temmuz’da vizyona girecekti daha sonra Şubat 2015’e ertelendi. Geçen hafta bahsettiğim Universal Studios’un seri haline döndürmeyi hedeflediği Seventh Son-Yedinci Oğul filmine rakip olarak bu filmi çıkarttıkları ve bunu da bir seri olmasını hedeflediklerini biliyoruz. Son bir bot filmi alakasız yerinden övmeye çalışıp, Wachowskilerin bu filmle kapitalizm ve sistem eleştirisi yaptıklarını öne çıkarmaya çabalayanlara; Wachowskilerin ve Warner Bros.’un 175 milyon dolarlık Jüpiter Yükseliyor ile kapitalizmi eleştirmelerini çok tatlı bulduğumu söylemek istiyorum.