Kentlerin kriminalize edilmesinden söz etmiştim daha önce. Güvenlikli bir hayat alanı yerine, güvenlik kaygısının öne çıktığı bir yere dönüştü kentler

Kentlerin kriminalize edilmesinden söz etmiştim daha önce. Güvenlikli bir hayat alanı yerine, güvenlik kaygısının öne çıktığı bir yere dönüştü kentler.
Peki, sorun sadece hayat alanları olan kentlerle mi sınırlı? Hayır. Hayatın tamamı için geçerlidir bir yargı; suçsallaştırılmış bir uzamda olmamız gerçekliği! Bu yorum, son günlerde iyice artan devlet şiddeti ile ilgili değil. Yargısız infaza “cezalandırdık” diyen bir başbakan varken, tanık olunan şiddette sınır beklemek hayal olur.

Hayatı biçimlendiren bir öz olan sanatın, andığımız olgudan biraz uzak olduğu düşünülebilir. Ama öyle olmadı, 51. Antalya Film Festivali’nde sanatın da kriminalize edilmesine tanık olduk. Gezi ile ilgili bir belgesel filmi “jurnal” korkusu ile “avukata” göndermişler. Nedeni ise yapıtta Türk Ceza Kanunu’na aykırılığın olup olmadığının araştırılması. Nitekim bir “suç” bulunmuş. Korkunun nedeni, filmle ilgili bir iktidar medyası üyesi “jurnal” yazar, iktidarın öfkesi uyanır…

Hayat ve de sanat suç ve ceza kıstağına alındığında, aslında bir kriminalize etmekten öte durum vardır. Bunun adı hayatı ve de sanatı hukukla terörize etmektir. Bu yolla yapılan sansürün amacı, yeni bir insan ve yeni bir toplum ve toplumsal yapı inşa etme sürecidir.

Sansürden sonra, bir süre tartışma yaşandı. Sonra yönetim “hafif” düzeltmelerle, özre benzemeyen, tam tersine suçu dolaylı kabul itirafına benzeyen bir açıklama yaptı. Arkasından, yarışmanın belgesel bölümünün iptal edildiği duyuruldu. Oysa zaten belgesel dalındaki on üç katılımcıdan on biri filmini yarışmadan çekmişti. Zaten yarışma koşulları ortadan kalkmıştı. Bu nedenle buradaki doğru dil iptal değil, olanaksızlık nedeniyle yarışmanın yapılamayacağının duyurulması olmalıydı. Ama sanat alanında da iktidar dili değişmiyor işte.

Yapıtla ilgili bir hukuksal süreç işletilmiştir. Bu bir sansürdür ve bundan geri dönmenin yolu ise tersine işlemdir. Yani, yapılan sansür hukuksal işleminin geri alınması için tersi yapılmalıdır: Bunun için de açıkça hata kabul edilip, içinde “özür” geçecek biçimde bir açıklama yoluna gidilmeliydi. Ayrıca, yapılan yanlışın bir daha olmaması için de güvence verilmeliydi. Dahası, bu yanlış sürecin sorumlularının en azından etik düzlemde sorumluluğu açıklanmalıydı. Olması gereken bunlardır. Yoksa, Senarist-Bir ve SENDER açıklamasında yer aldığı gibi, uygulama gelenekselleşir; “Bundan sonraki film festivallerinde “filmden kelime çıkarma vs.” gibi kabul edilemez uygulamaların gelenekselleşmemesi adına meslek birliği ve dernek yönetim kurullarımız 51.Altın Portakal Film Festivali’ne kurumsal olarak katılmama kararı almıştır… Köklü festivalin akıbeti önemlidir, ama sinemanın onuru ve akıbeti daha önemlidir. İfade özgürlüğünün engellendiği, sansürün normalleştirildiği bir sürecin parçası olmayacağız.”

Aslında her yasada sansür açık ya da gizli yer alır. Örneğin sinemanın desteklenmesiyle ilgili yasada, son söz kesin bir biçimde kültür bakanındadır.

Uygulamada şimdiye kadar bu kural belki işletilmemiştir. Ama gerek görüldüğünde o madde orada hazır beklemektedir. Bakan, destek konusunda kurul kararını beğenmezse, kendisi karar verir! Tiyatro desteği konusundaki ölçütleri anımsarsak, yasaların içine her zaman siyasal iktidarın böyle bubi tuzakları koyduğu anlaşılacaktır. Yeri ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere… Kriminalize hayatımızda, sansürü de arttık bubi tuzağı benzetmesi ile açıklamasak olmazdı!

Haftaya dize; “bıraktığın sözlerin ruhunu sattım” (Aslı Serin, bu benim.zip, 160. Kilometre y.)