Muhtemelen siz bu satırları okurken, ben Çağlayan Adliyesi’nde, ileride anılarımın en gülünç bölümlerinden birini teşkil edecek “Kabataş Yalanı Davası”nda sanık olarak bulunacağım. Dünyanın her hangi bir yerinde, ortalama zekâya sahip birine sorsanız, doğal olarak sanık ben olduğum için, yalan söyleyenin de ben olduğumu sanacaktır. Oysa ben değilim. Kimin yalancı olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ama ben yargılanıyorum. Matrak değil mi?

Hayaldi gerçek oldu!

Şort giyen bir kadına saldırı yapıldı belediye otobüsünde, görüntüler yayınlandı ve kamuoyu baskısıyla sanık tutuklandı. Bizim “Kabataş Davası” için de tersi olması gerekmez mi? Yani bu yalanı ortaya atan, görüntüler olduğunu söyleyen, halkı birbirine düşürmek için bu lafı çıkaranların yargılanması gerekmez mi? Görüntü varsa suçlu görünür. Eğer yoksa ki yok, o halde yalancının suçluluğu belgelenmiş olur. E o halde, her kim ki bu yalana ortak ise, ülkenin milli birlik ve beraberliğine kast etmiş demektir. Demek ki konumu ne olursa olsun, adalet sağlanması için bu kişilerin yargılanması gerekir!

15 Temmuz kalkışmasıyla birlikte, ülke yeni bir sürece girdi. Yargıya olan inanç daha bir sarsıldı. Dün Gülen’e övgüler düzenler, “pişmanız” diyerek kefeni yırtarken, birçok günahsız insan işinden oldu, belki yargı karşısına çıkıyor. Bizim bugün görülecek davanın ehemmiyeti buradan gelmektedir. Eğer belgeli yalana karşı bir toplumsal direnç oluşamazsa ki giderek zorlaşıyor, yargılamalar siyasallaşır. Ki bu da öyle!

Yazıya oturmaya niyetlendiğim saatlerde damat Berat Albayrak’ın ele geçirilen e-postaları yayınlandı. Esasen kimsenin yadırgayacağı, yeni bir bilgi görmedik. Doğan Medya Grup Başkanı olarak atanan kişinin siyaset karşısındaki konumu hazindi. Gazetecilerin kurduğu tiksinti veren ilişkiler, ailesini peşkeş çeken, gammazcı bir adam falan… Bununla ilgili başka yazı yazacağım. Bu belgeler bizi dönemin ruhu açısından aydınlattı. İspiyonculuk, iftiracılık, yalancılık artık meşru! Kimse koltuğunu kaybetmiyor. Ne hukuken, ne ahlaken bir bedel ödenmiyor.

Bazen yargılanmak bir olanak sağlayabilir. Bu tescilli yalanın tarihsel bir önemi var. Anımsayalım. Gezi’nin en görkemli günlerinde bilerek, isteyerek bir kurgu yapıldı. Taksim’de insanlar; kimse öteki olmadan, kendi kimliğiyle yaşayabilsin diye; laik, özgür, çoğulcu bir Türkiye için haykırıyordu. Kimsenin dilini, dinini, mezhebini, ırkını sorgulanmadan bir arada yaşamak için direniyordu. Bir ağaç için toplanan kalabalık, özgürlük çığlığı oldu. Yurdun dört yanında umut yeşerdi. Tüm dünyanın gözü kulağı Taksim’deydi. Elbet bu barışçı, görkemli isyanı bastırmak için tek başına polis şiddeti yetmeyecekti. Nitekim öyle de oldu! Bir yalan uyduruldu ve havuz medyası üstünde tepinmeye başladı…

Gezi’nin güzel çocukları halkımızın belleğinde tertemiz yerlerini aldı. O günün zalimleri İstanbul valisi ve emniyet müdürü, şimdi Gülen soruşturması kapsamında mahpusta. Oysa hala, o günün yalancılarına yönelik tek bir soruşturma, dava, yargılama yok. Öyle ki; yalan dallanıp budaklandı, uyduruk bir takım çizimlerle, bilgisayar çarpıtmalarıyla koca gazeteler tam sayfa yayın yaptı. Çıt çıkmadı. Madem halkı ayrıştırmak, kin ve nefret oluşturmak suç; o halde, toplumun tüm hassas faylarını harekete geçiren bu yalanın sahipleri niçin yargılanmıyor?

Eğer o gün, devletin en tepesinden söylenen bu yalanla toplum birbirine girseydi, kan dökülseydi, sorumluluğunu kim alacaktı? “Görüntüler elimizde, bu cuma yayınlayacağız” diyenler; “Bizi Gülen ekibi kandırdı” bahanesinin arkasına saklanıp, kurtulacak mı sorumluluktan? “Görüntüleri izledim” diyen İsmet ne olacak mesela? Bu iddianın sahibi olduğunu söyleyen başörtülü bacımızı hiçbir savcı sorgulamayacak mı?

Dün sızan e-postalarla birlikte İsmet Berkan’ın neden Hürriyet yazarı olduğu daha net anlaşılıyor değil mi? Çünkü yeni Türkiye kuruldu. Yalancılık artık hatırı sayılır bir meslek. Anlıyoruz ki “Kabataş Yalancıları” yalnız değil, her yanda ahlaki soydaşları var. Burunlar uzuyor ama kimse utanmıyor. E hayaldi gerçek oldu!
Çağlayan Adliyesi’ne yeni yargılanma sezonumuza bekleriz…