Aziz Nesin “Ah Biz Ödlek Aydınlar” kitabında “aydın kimdir?”, “nasıl tutum takınmalıdır?”, “sorumluluğu nereye kadardır?” sorularına yanıt arar. En çok altını çizdiği “halk iyidir, aydın kötüdür” yaklaşımıdır. Üstelik bunun aydın ağzından pazarlanmış olması en büyük felakettir. Tamamen katılıyorum bu saptamaya. Çocuklara tecavüz edilmiş, ülkenin her yanında bombalar patlıyor, akademisyenler hücreye tıkılıyor ve büyük kalabalık buna kayıtsız… Neymiş, “halk iyi”… Yalan… Yazık ki halk suça ortak…

Kendi evi için tüm gün temizlik yapan ama çöpünü sokağına döken bir halk suçludur. Önünü görmez, kör olmuştur. Cehaletin kutsandığı, üstelik buna itiraz edenin meczup, sapkın gösterilip, hedef tahtasına konduğu bir ülkede; büyük kitlenin şikâyetçi olma hakkı yoktur. Nazım Hikmet, Bolu’da kaymakamın evindeki yemekte, her tür gerici savunuyu yapan, Kuvayı Milliye’yi düşman sayan devletliye haddini bildirip, masadan kalkmasa memleketin devrimci şairi olamazdı. Tarih izin vermezdi buna. Va Nu “Rüzgâra karşı tek başına yürüyendir o” demedi boşuna! Ömrü mahpusta, sürgünde geçti.

Sabahattin Ali “Sırça Köşk” yayınlandığında, Sabiha Sertel’le Tan Gazetesi’nde karşılaşır. Sabiha Sertel: “Bu öykü başına iş açacak” dediğinde, “Su testisi, suyolunda kırılır” der. Bedel canından olmak, ilk faili meçhule kurban gitmektir. Rıfat Ilgaz, veremin bedenini en sert esir aldığı dönemlerde, devrimci olduğu için tabutluk denen hücreye, konur. Bir kişinin ayakta kalmasına zor yetecek dar alanda, ne insani ihtiyaçları giderecek koşullar vardır, ne gıda, ne de hava… Ama işte aydın olma kavgasıdır bu. Dayanır…
Aziz Nesin’i zindana tıkmaları, Sivas’ta yakmaya kalkmaları hep bu aydın düşmanlığındandır. Gerçeğe gözleri kapayıp, mutlu mesut kendi bataklığında boğulma tercihi halkındır. Zalimlik böyle kurumsallaşır, diktatör böyle oluşur. Kusur arkada sessiz yığınındır. Soru sormayan, isyan etmeyen, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen” uyuşmuş kalabalığındır. Daha çok örnek sayabilirim size. Orhan Kemal’den söz edebilirim… 12 Mart’ın “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nda buluşan Sevgi Soysal’dan, Behice Boran’dan… Bizim aydın olma tarihimiz yazık ki bu mahpusluklarla paraleldir.

Söz ettiğim ve sayamadığım daha niceleri, çoğu zaman bu uyuşuk yığına rağmen, bir başına olmayı göze alarak ve inandığı değerler uğruna sürmüştür ömrünü. Ne garip değil mi, memleket uğruna dövüşen, can verenler hep memleket hasretiyle, uzaklarda ölüyor. Ayağı bu toprağa bassa bile, hep yabancı hissettirilip, ruh sürgününe çıkarılıyor. Tezer Özlü’nün o faşist 1 Mayıs 1977 saldırısından sonra Leyla Erbil’e söyledikleri aklımıza kazınmalı; “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” demişti.

Aydınlanma kavgasında bedeninden bir parçayı kaybeden Server Tanilli, yurtdışında zorunlu sürgün hayatı bitip, sıkça ülkeye geldiğinde, her gün imzaya giderdi kitap fuarına. “Niye?” diye sorduğumda, insanların yüzüne bakmayı, onların sesini duymayı önemsediğini, ancak böyle yaşadığını fark ettiğini anlatmıştı. Memlekettir bu… Ağrısı, sızısı, sevdası, hasretiyle bizim olan memleket.
12 Eylül 1980 faşizminden sonra, koca bir açık hava hapishanesine dönen memleket, ilk kez ve sarsıcı bir şekilde “Gezi Dirilişi”nde ayaklandı. Değerlerini, haysiyetini anımsadı insanlar. Umulmadık bir anda gericiliğin önü kesildi. Kadınlar, yaşlılar, gençler, farklı cinsel yönelimi olanlar, din/mezhep, milliyet kökeni olmaksızın, herkes mavi gökyüzünde, parlak bir yıldızdı ve uçurtmayı vurdular en sonunda, kana buladılar her yanı… Vurulan sadece Berkin değildi, ağlayan sadece onun anası değildi… Gezi çocuklarının tamamıyla birlikte, memleket öldü o günlerde…
Can Yücel’in “Memleket bölünür mü?” sorusuna verdiği yanıtta olduğu gibi, ikiye ayrıldık. Ne diyordu büyük şair; “ Bölünsün, namuslular ve namussuzlar olarak ayrılalım!” öylesine güçlü çıktı ki Gezi’nin sesi, öyle barışçı, öyle tertemizdi ki, mutlaka bir yerden kirlenmesi ve insanların hedefe konması gerekiyordu. Bildik kurgu yapıldı ve “Kabataş Yalanı” icat edildi. Yöntemi ve bunu kullananları biliyorduk gerçi. Lakin bu kez koro acayip genişlemiş ve yalancılığı gönüllü üstlenen gazeteciler çıkmıştı!
Benzerine zor rastlanır bir yalandı söylenen. İstanbul’un göbeğinde, başı bağlı bir kadına, üstleri çıplak deri kıyafetli bir takım insanların hem tecavüze kalkıştığı, hem üzerine idrar yaptıkları söylendi, yazıldı. Devletin tepesi kayıtların olduğunu ve pek yakında sinemalarda gösterileceğini haykırdı! Dedim ya, halk suçsuz değildir. Sormadı o uyuşmuş kalabalık: “Yahu güpegündüz böyle bir olay olsa hiç tanık olmaz mı, İstanbul’u dikizleyen mobeseler hakikati göstermez mi, kimsecikler güvenlik güçlerine haber verip, bu sapık kılıklı herifleri yakalamaz mı?” diye…
Amaç belliydi. Tıpkı geçmişte sıkça yapıldığı gibi toplum birbirine kırdırılmak istendi. “Kalkışma” dendi Gezi’ye. Sanatçılar, aydınlar hedefe kondu ve o günün namuslu gazetecileri bir bir yerinden edildi ve yalancılar göreve geldi. Piyasa medyası her zaman olduğu gibi, yalakalığa, yalancılığa ortak olmak için can attı. Bugün merkez medya artık yalancılıktan sabıkalıdır.

Bizim memlekette hukuk hiçbir zaman olmamıştır. Terazi bozuktur. Lakin hukuk dediğin salt mahkemelerde aranmaz, tarihte, vicdanlarda da bulunur kimi zaman. Bazı yargıç zalimliğin hükmünü yazar, kimi haysiyetli olmanın… Sivas zaman aşımına uğratılmışken, Hrant davası sündürülürken, Berkin’in daha katili belli değilken, Sarısülük’ün katili aramızdayken, Sur’un, Ankara’nın hesabı sorulmamışken, nasıl huzurlu olur, yaşama gülerek bakar ki insan? Bu ülkede hırsıza hırsız, katile katil, tecavüzcüye tecavüzcü, yalancıya, yalancı demek suç olmuş! Ne gam…

Artık dilimizde “Kabataş Yalancısı” diye bir deyim var. Hiçbir mahkeme bunu ortadan kaldıramaz, belleğe kazınmıştır. Bu yalana ortak olanlar bu sıfatı hak etmişlerdir. Ne etseler boştur. Ben yarın bu nedenle hâkim karşısına çıkacağım. Dava İstanbul 15. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Elbette orada bulunacağım. Yukarda saydığım acılara bakıp, kimseden rol çalmak istemem. Benimki önemsizdir. Gezi çocuklarının aileleri hala kanlı gözyaşı dökerken, kendini fazla önemli saymak ayıptır. Ancak bilesiniz ki; oraya “Kabataş Yalancıları”nı yargılamaya gidiyorum, savunma yapacak değilim. Her zaman olduğu gibi soru soracağım…

Kimle yan yana olduğunuz, kimle yoldaşlık ettiğiniz önemlidir. Boş ve kof kalabalıklar hakikati gölgeler.
Anayasa referandumunda “Yetmez Ama Evet” diyenler, Silivri kapısında nöbet çadırında gidip oturan cemaatçiler, Ali Tatar ve benzerlerinin ölümüne kalemiyle neden olanlar, müstemleke aydını tavrını benimseyenler, ‘Cumhuriyet’/’Aydınlanma’/ ‘Devrim’ demekten korkanlarla yürünecek yol yoktur. Antiemperyalist olmayan her tutum yanlıştır. Her muhalif görünenle aynı tarafa düşme, esas tutsaklıktır!
Diyeceksiniz ki, “geride kaç kişi kaldı?”
Kaç kişiyse o kadarız. Ben aydın olma kavgasını ustalarımdan öğrendim. Kalabalığa uyarak aydın olunmaz, inatla bildiğini söyleyeceksin, “kabahatin büyüğü” halkın olsa da, hoşuna gitmese de sözlerin, direneceksin…
“Kabataş Yalancısı” olmaktan daha korkuncu ne olabilir ki?