Gezi’nin en hararetli günlerinde ortaya atılan Kabataş yalanı tam da “yüzde ellinin evde zor tutulduğu” iddiasına yakın bir zamanda gündeme gelmişti. Bu hiç de masum olmayan denemeye dair geçen hafta ortaya çıkan bazı ayrıntılar, tahmin edilebileceği üzere, “evdeki yüzde elli”nin de bu hikâyeye neden inanmadığını ortaya koydu.

Devlet büyüklerinin siniri bozulmasın diye onların 50-50 kalıbından yürürsek, diğer yüzde 50  giderek artan biçimde öfkesini birbirine yöneltmekle meşgul. Bu durum, Kabataş yalanı ile ilgili tartışmalarda da su yüzüne çıktı.

Solda birlik, seçim ittifakı gibi konularda da sıkça ortaya çıktığı üzere, ülkede milliyetçi-muhafazakar akımların dışında kalan kitle birbirini eleştiriden mahrum bırakmıyor. Bunda da bir sıkıntı yok, eleştirinin olmadığı yerde neler olduğu gözümüzün önündeyken. Fakat bu yaklaşımın adil kaçmadığı durumlar da var.

Bazı konularda, bazı anlarda, bize göre doğru tepkinin gösterilmediğini düşündüğümüzde, diğerlerini fikirlerinden ötürü değil, aslında ne olduklarından hareketle yargıladığımızda, büyük bir hata yapmış oluyoruz. İnsanları davranışlarına, eylemlerine, sözlerine göre değil, bunların bütününün kaynaklandığına inandığımız bir kimlikten, bir kafa yapısından dolayı yargılayınca, son tahlilde zalim bir dile teslim oluyoruz.

Bu dilin en sevdiği hor görme tabirlerinden ikisi, romantik ve hümanist. Aşağılamayla karışık bir kınama tonunda “bırakın bu romantik halleri” ya da “hümanist zırvalarınızdan bıktım” deyince, hedefteki konu bir davranış ya da söz olmaktan çıkıp kişinin ta kendisi oluyor. Daha da tuhafı, bu kavramlara da haksızlık yapılıyor.

Romantik, TDK’ye göre, “davranışlarında duygu ve coşkunun aşırı ölçüde etkisi bulunan” demek. Aşkı önceleyen, idealist, gerçekçilikten uzak, tutkulu gibi karşılıkları da mevcut.

Hümanist, insancıl diye de çevrilen Fransızca kökenli bir kelime. Bazı kaynaklara göre hümanizm, insanın çıkar ve değerlerini ön planda tutan her düşünce sistemine işaret ederken, kimileri de aklı ve bilimselliği dinselliğin önünde tutan yaklaşımları böyle tarif ediyor.

Bu iki kelimenin ifade ettiği her şeyin her koşulda olumlu, hayırlı, uygun olduğunu söylemek saçma olur. Buna karşın, bizim “yüzde elli”nin bağzı “kanaat önderleri”nin zaman zaman unuttuğu şeyler var. Mesela, diğer “yüzde elli”yle konuşabilmenin yollarını aramak gerektiği. Mesela, zalimin hâlâ dilinden düşüremediği Gezi’nin yarattığı farkın ne olduğunu, bunun nasıl mümkün olduğunu hatırlamak gerektiği.

“Flamaları indirin” ve “kahrolsun örgütsüzlük” diyenlerin bir arada bulunduğu, birbirinden bir şeyler öğrendiği bir yer, bir andı Gezi. Ve bu, sadece gerçekçilikle, politik ezberlerle, devrimci öfkeyle, nutuklarla mümkün olmadı. Neşeyle, hayalcilikle, ve evet, bir çeşit romantizm ve hümanizmle de mümkün oldu.

Bu deneyimin aynısını tekrar etmek peşinde değiliz, eyvallah, ama ondan önceki hallerimize geri dönmek de müthiş bir israf olur. On konunun 6-7’sinde benzer düşünen insanlar birbirlerini daha iyi anlayıp üslup farklarının zenginlik olduğunu anlamak yerine etiketleme yarışına girerse, hiç de bizim gibi düşünmeyen insanlarla beraber daha özgür, daha mutlu ve daha adil bir şekilde yaşamak için kuracağımız cümlelerin imkânı ortadan kalkar. Ve birbiriyle uğraşan on milyonlarca insanı insan saymayan kafaya daha kim bilir ne kadar maruz kalmak zorunda kalırız.