Umut, umutsuzluğun tersi değildir; zihin ve beden kıpırdamaya başladığı anda olumlu bir duygu olarak beliriverir. Uzun süren eylemsizlikler (atalet hali) beklentileri köreltirken, duyguların da bozulmasına neden olur. Bu şartlarda beliren duygu ise umutsuzluktur

Kabul etmiyoruz!

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Onlar yalnızca ölümü bağışlayabilir / Yalnız kederi, kahrı ve zulümleri / Ve tarih onlarla bizim kavgamızın / Sürüp duran hadisatından ibarettir (*)

İnsani tavır en yoğun haliyle ve bir defada ortaya konulduğunda ardından gelenler teferruatın hanesine yazılır. Onlar da çoğu zaman unutulur gider. Bazen etkili bir giriş cümlesi meseleyi başından bağlamak için yeterlidir…

Sene 2000, aylardan Ağustos. Can Yücel’in, şirazesi bugün adamakıllı kayan hayatı terk-i diyar eylemesinin sene-i devriyesi. Eşimle Eski Datça’ da ilk Can Şenliği’ne denk geldik. Can Baba’nın, evinden sonra ikinci mekanı bellediği muhtarın kahvesinde edebiyatçılar oturumunu dinliyoruz. Vecdi Sayar, Sunay Akın ve Küçük İskender’den sonra mikrofonu Ahmet Telli aldı; “kabul etmiyorum!” diyerek konuşmasına başladı. Gerisini inanın hatırlamıyorum. Fakat duruşu ve vurgusu ‘mıh’ gibi aklımda kaldı. Verili tarih, zamanın ruhu, mekanın kokusu, maddenin hali ve hareketin tarzı; yani ülkenin hali pürmelali ve onunla uyumsuz her şey: Yani Ege, Datça, muhtarın kahvesi, ağaçların gölgesi, kuş sesleri, Can Baba, şiirleri, sevenleri, duyup yaşa(ya)madığımız ve bizzat yaşadığımız tüm güzellikler, ‘kabul etmiyorum!’ seslenişinde adeta karşı karşıya gelmişlerdi. İyiyi biliyorduk; kötüyü reddediyorduk. Gerisi teferruattı.

Aslında Beşer’in ürettiği bütün teferruatlar, faaliyetler ve dayatmalar politik felsefenin iki nosyonunu belirlerler: Potentia ve Potestas.

Yıllardır Avrupa’da yaşayan ve dünya çapında tanınan Türk asıllı bir nöroloğa ‘ülkeye dönmeyi düşünüyor musunuz’ diye sormuşlar. “Dopaminin en az salgılandığı ülkelerden biri Türkiye. Çocuklarım için uygun bir yer olduğunu düşünmüyorum” yanıtını vermiş

Potentia, kolektife ait ‘yapıcı güç’ anlamına gelir; yapıtaşı insani yetilerdir. Potestas ise, hiyerarşik bir düzende üstte olanın ‘yaptırım gücü’ demektir. ‘Yapıcı gücün’ açığa çıkarılması ve ‘yaptırım gücünü’ de dönüştürerek kendine dahil etmesi kurucu politikanın temel itkisidir. Hedef; sınıfsızlık ve çatışmasızlıktır. Sonrasında her şeyin ‘oyun ve neşe’ atmosferinde cereyan etmesi beklenir. Niyetindeki iyilik her defasında kanıtlanan, en etik, en vicdani ve en erdemli politik duruş olduğu söylenebilir. Muktedirlerin engellemelerine ve türlü imkansızlıklara rağmen, ‘yapıcı gücün’ ‘yaptırım gücünü’ kapsama ve dönüştürme umudunu taşımak insani bir reflekstir. İnsani olan her şey, kabulümüzdür.

Milli Görüş geleneğinden gelip iktidara yıllarca destek vermiş; ancak epeydir muhalefet eden bir gazetecinin makalesini sosyal medyada paylaştım. İktidar destekçilerinin üzerinde düşünmesi gereken makul sorular sormuştu. Paylaşırken altına kısacık bir not düştüm: “Bu platformda bağlantıda olduğum iktidar yanlısı arkadaşlar! Aşağıdaki makaleyi sırf sizler için paylaşıyorum. Lütfen sakin ve önyargısız kafayla okumaya çalışın. Kendiniz için, çocuklarınız için, hepimiz için”. Muhalif kanattan olduğunu tahmin ettiğim bir arkadaş da notumun altına, ‘seslendiğiniz insanlar dediğiniz kafaya sahip değiller’ minvalinde bir yorum yazdı. Haksızdı ya da haklıydı, mühim değil. Lakin umudu dip yapmıştı.

Umut, umutsuzluğun tersi değildir; zihin ve beden kıpırdamaya başladığı anda olumlu bir duygu olarak beliriverir. Uzun süren eylemsizlikler(atalet hali) beklentileri köreltirken, duyguların da bozulmasına neden olur. Bu şartlarda beliren duygu ise umutsuzluktur. Yalnızlıkla umutsuzluk arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi, kalabalık denen ‘şey’ de umutlanmak için yeterli değildir. Velhasıl sürdürülebilir umudun zemini, iktidar karşısında kendilerini örgütleyebilmiş bireylerin bütünleşmeleriyle kurulur. ‘Yapıcı gücün’ açığa çıkarılması; yani tüm insani yetilerin ve faaliyetlerin aktif kılınması bu sayede mümkün hale gelir. Lakin işin ironik bir yanı var: Umudu var etmek, iktidarın ‘yaptırım gücünden’ azade yapılan bir iş değildir; zira onun bir anti-tezidir. Demem o ki; muhalifler olarak olayların bilgisine sahip olmak durumundayız. Ancak o koşulla neden-sonuç ilişkisi kurabileceğimizden, hem umudun metafizik döngüsünden kurtuluruz, hem de yersiz endişelere kapılmaksızın sadece gerekeni yaparız: basitçe harekete geçeriz. Bu sayfalarda daha önce paylaşmış olabilirim. Politik düşünürlerden Michael Hardt’ın şu sözü bana kalırsa meselenin enfes bir özetidir: “Bazen umut, ne becerdiğimizin anımsanmasıdır”.

Hardt’ın sözü, ‘yapıcı gücün’ açığa çıkması demek olan insani faaliyetlerden başka şeye vurgu yapmıyor. Ancak sorun anımsamakla hallolsaydı keşke. “Kutsi” bir el, trajedileri ve skandalları önümüze getirip duruyor, ‘gerçekleri görelim’ diye. Lakin bizim insanımızın ‘gözleri olmadığını’ bilmiyor. Faşist Salazar’ın diktatörlüğüne baş kaldıran Portekizli yazar Jose Saramago, Körlük romanında insanın ilkel doğasına dönüşünü betimler. İki Dünya savaşına, faşizmin yıkımlarına ve insani değerlerin altüst oluşuna tanık olan Saramago, toplumsal körleşmeye maruz kalan insanların içine düştükleri durumu da iyi bilir. Hikâye, arabasında yeşil ışığın yanmasını beklerken kör olan bir adamın duyduğu endişe ve çaresizlikle başlar. Körleşme hızla yayılır; derken bütün ülkeyi sarar. Tam bir kaos ve çöküş yaşanır. İyiyi var eden insan, kötünün sınırlarını zorlamaya başlar. Saramago, aslında “düzen” sağlayıcı bir iktidarla ona bağımlı kitle arasındaki ‘yaptırım ilişkisinin’ kırılganlığına dikkat çekmek ister görünse de, Türkiye’de bugün “düzenden ve istikrardan” dem vuran siyasal iktidar, varlığını benzer bir körleşmeye borçludur; akıbetse hepimiz için meçhuldür. Bizi şu an için ilgilendiren tema budur. Memleketteki kitlesel körleşmenin farkında olanların hayati bir yükümlülüğü var: İktidarın incittiği yanlarını birbirlerine dönerek devasa bir çember oluşturmak ve çemberin bütün ülkelerden görünmesini sağlamak.

Değirmendere’nin orta yerinde çember şeklinde dizilmiş ağaç heykeller vardı. Depremden sonra ne oldular bilmiyorum. Heykellerin özelliği, birbirlerine dönük yanlarının aynı renklerden ve desenlerden oluşmasıydı. Gezi Hadisesi, iktidarın açtığı yaraları görünür kılmamızdan; onun arızi ve marazi müdahalelerini de kabul etmememizden kaynaklanmıştı. Direniş süresince, sahip olduğumuz insani yetilerimizin neredeyse tamamını kullandık: itiraz, isyan, dayanışma, etkinlik, paylaşım, sanat, mizah, forumlar, ev gezmeleri, hatta iftar yemekleri ve aşure günü organizasyonları. Hadisenin kendisi kolektifin ‘yapıcı gücünün’ açığa çıkmasından başka şey değildi. Yaşadıklarımız ve yaşarken hissettiklerimiz en büyük kanıtıdır. Aslında Gezi, 12 Eylül’den beri yaşadığımız toplumsal nevrozu bir an için devre dışı bırakan “sihirli” bir terapiydi. Yıllardır Avrupa’da yaşayan ve dünya çapında tanınan Türk asıllı bir nöroloğa ‘ülkeye dönmeyi düşünüyor musunuz’ diye sormuşlar. “Dopaminin en az salgılandığı ülkelerden biri Türkiye. Çocuklarım için uygun bir yer olduğunu düşünmüyorum” yanıtını vermiş. Yeri gelmişken üç noktanın altını çizelim: 1) Dopamin; zihinsel ve bedensel üretkenlikle salgılanır ve mutluluk hormonlarından biri olarak bilinir. 2) Dünyada anti-depressan kullanımının en fazla olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir. 3) Gezi esnasında anti-depressan kullanımı önemli ölçüde azalmıştır.

Zihinsel ve bedensel üretkenliğimizi, yani özgürlüğümüzü ve mutluluğumuzu baltalayacak bir anayasayı, sitasi rejimi ve hepsinden önemlisi (sözde) bir yaşamı kabul etmiyoruz! Bundan daha bilimsel, daha gerçekçi ve daha samimi olamayız.

(*) Savrulup Dururken Hayat, Ahmet Telli