Geçen gün kötü bir rüya gördüm. Sağlı sollu mağazaların olduğu genişçe bir caddede yürüyorum. İster istemez gözüm mağazaların vitrinlerine takılıyor. Bir dükkânın önüne geliyorum. Aynalı bir vitrin. Kendime bakayım saçımı falan düzelteyim derken, ayna bir anda cama dönüyor. Camdan içeri bakmaya çalışıyorum. İnsanlar reyon reyon dizilmişler. Her reyonun başında bir tezgâhtar duruyor. Bu nedir yahu diye şaşırmış bir halde bakarken, içeriye giren kelli felli birini görüyorum. Kafasında ceyar şapkası, şişman, 1970’lerin filmlerindeki kötü patronları andıran biri bu. İçeri giriyor. Danışman masasındaki görevli ile konuşuyor. Gerilerde bir reyonu gösteriyor görevli. Şuraya dön burayı geç falan diyor. Sonra öfke ile söylenerek çıktığını görüyorum patron kılıklı adamın. Bunlar da işçi mi? Getirdikleri adamlara bak. Bizimle dalga geçiyorlar falan diye söylenerek uzaklaşıyor.

O sırada kapıda bir güvenlik görevlisi beliriyor. Birader hayrola diyor. Ne baktın. Yoo bakmadım bişi diyorum. Bak kardeşim işçi filan kiralamayacaksan mağazayı meşgul etme diyor. Yahu sen ne diyorsun? Ne işçi kiralaması falan derken, itiyor beni. Yere düşüyorum. Kafamı çarpıyorum. Sonra kan ter içinde uyanmışım.

Ülke gündeminin gündelik hayatımızın üzerine fazlası ile çöreklendiği bir dönemden geçiyoruz. İnsan kendisini sokağa çıkma yasağının olduğu bir kentte, kurşunlara hedef olma riski altında elinde beyaz bayrağı ile kardeşinin, annesinin, oğlunun ya da kızının çürüyen bedenini ararken bulabilir rüyasında. Ya da bir mahzende yardım mı, ölüm mü gelecek diye beklerken bulabilir.Ya da niye geldim bu cehenneme diye sorgulayıp, ayağını sıkan postalları, sırtında yıpranmış üniforması ile her hareketi tehdit olarak gören, korkunun adımları ile ilerleyen bir tedirginliğin içinde bulabilir kendini. Sürekli bir inşaatın yük asansörü ile düşerken bulabilir yere düştüğünde uyanır kâbustan. Bize kâbus mu yok bu güzel ülkede...

Neyse, bir kâbusumuz daha gerçek oluyor. Özel istihdam büroları, kiralık işçi bürolarına dönüşüyor. Yasa taslağı Meclis’e sunuldu. Türkiye’de esneklik yaygın bir durum. Yasalar uygulanmıyor, yasaları uygulamakla sorumlu olan yürütme erki bu alanı esnekleştirmeyi başıboş bırakmak olarak algılıyor. Bir işyerinde İş Kanunu’nun uygulanmasının o işyerinin “iyi” bir işyeri olduğu şeklinde yorumlandığı bir süreç bu. Sonuç olarak Türkiye çalışma koşullarının en kötü olduğu ülkeler arasında.

İşgücü piyasalarını başıboş bırakarak, “en azından yasası olsun”a razı etmek istiyorlar. Belli ki strateji bu. Başıboşluğun yasasını çıkartmak gayretindeler.

OECD’nin Daha İyi Yaşam indeksine göre Türkiye iş güvencesi açısından en kötü durumda olan 4’üncü ülke konumunda. Ücret düzeyinde Meksika ile birlikte son sırada yer alıyor. 50 saat ve üzeri sürede çalışanların oranında açık ara önde.

TÜİK verilerine göre Türkiye’de işsizliğin en önemli nedeni geçici çalışma. Her üç işsizden birinin işsizlik nedeni, geçici bir işte çalışması ve işin bitmesidir. Yaklaşık 3 milyon civarı işsizden 1 milyonu bu durumda. İşten atıldığı için işsiz kalanların oranı bu rakamın çok altında.

Hal böyleyken geçici çalışmayı yaygınlaştırmayı bir çözüm olarak sunmak, esnekliğe sarılmak, işverenlerin keyfiyetini kurumsallaştırmak amacındadır. Bu durum insanların gelirlerini çalışma sürelerine bağlı olarak asgari ücretin altına çekeceği gibi, “ne iş olsa yaparım”ı, yani gizli işsizliği organizasyonel ve sürekli bir yapıya kavuşturacaktır.

Evden ve uzaktan çalışma ise başlı başına bir gündem.

2013 yılındaki yazımın linkine bakarsanız, bu mevzunun işverenlerin ve hükümetin vazgeçilmez kavgalarından biri olduğunu görebilirsiniz:

http://serkanongel.blogspot.com.tr/2013/08/her-eve-bir-atolye-kadina-guvencesizlik.html