Taraftar kelimesi eskiden ne kadar normal geliyorsa artık o kadar sert geliyor. Bir şeye taraf olmak başka bir şeyin karşısında olmayı; tarafı olduğun şeyi de kanının son damlasına kadar savunmayı gerektiriyor sanki. Fenerbahçe taraftarı olmak Galatasaray’dan nefret etmeyi, sağ tarafta olmak hiç sola sapmamayı, kız tarafı olmak erkek tarafına karşı durmayı gerektirmiyor oysa. Tuttuğum takımı eleştirdim diye çoğu zaman kendi “taraftarlarım” tarafından veto yediğim de oldu; yıldız futbolcuları sevmediğim için “futboldan anlamamakla” suçlandığım da. Kaldı ki kimsenin futboldan tam olarak anladığını düşünüyorum.

Futbol konusunda romantik olduğumu hep söyledim. Olmayacak hayallerin peşindeyim onun da farkındayım. Her futbolcu rengine aşık olsun, terinin son damlasına kadar oynasın, en az taraftar kadar kazanmayı istesin, neticeye değil Hatice’ye baksın istiyorum. Takım tuttuğum halde her takım oyuncusuna ve hatta teknik direktöre bile “yararlı – yararlı değil” “gol atıyor – atamıyor” “şampiyon yaptı – yapamadı” diye bakmadım. Takımıma yakışıyor mu? Futbolu güzelleştiriyor mu? Formayı terletiyor mu? Kendisine ve rakibine saygısı var mı? Galibiyet için her yol mübah mı diyor yoksa spor ahlakı var mı? diye değerlendirdim hep. Zira futbol endüstrisinin içinde olan herkese profesyoneller olarak bakarsak yapılan işin her zaman öğrenilip geliştirileceğini; iş ahlakınınsa öğrenilemeyeceğine inanırım.

Günlerdir Arda haberleriyle yatıp kalkıyoruz. Hatta iş o kadar büyük boyutlara ulaştı ki işin mizahını yapmaya; ağlanacak hale gülmeye geldi. Kendi bakış açımla “kimsenin hayatına kimse karışamaz.” Kim ne isterse yapar kimle isterse birlikte olabilir. Dolayısıyla işin “evliyken başkasının eşine sarkma” kısmında değilim. Esas sorguladığım kısım “milli gurur” haline getirilen ve gençlere örnek olan bir futbolcunun gece eğlencesinde kavgaya karışması; yetmezmiş gibi belinde silahla bir hastaneye elini kolunu sallayarak girmesi, tehditler savurması, ateş etmesi ve tüm bunlardan sonra kendini hâlâ mazlum ve haklı görebilmesi. “Örnek olmak gibi bir görevi yok” derseniz, Arda, yaklaşık bir buçuk sene önce verdiği bir röportajda ülkenin gençlerine örnek olma misyonunu üzerine aldığını şu alçakgönüllü (!) cümle ile ifade etmişti: “Bizim küçükken, ‘Çok büyük oyuncu’ dediklerimizin kaç tanesi buralara gelip oynamış! Hepsi abilerimiz... Ama rica ediyorum. Burada bir başarı varsa... Ülkenin gençlerine bir örnek, hayal olabiliyorsak kıymeti bilinsin bunun.” Kendisinin kıymetinin bilinmesini de istemişti.

Hatırlayanlar vardır. Bu Arda’nın ilk vukuatı değil. Gazeteci tartaklamışlığı da hakem tehdit etmişliği de rakibe kafa atmışlığı da kendisine tepki gösteren taraftarlarla tartışmışlığı da hakeme krampon fırlatmışlığı da ve hatta hakemi yakasından tutup tartaklamışlığı da var. Ama günümüz Türkiye’sinde zenginleşip ünlenen hemen herkes gibi her yaptığını meşrulaştıracak bir bahane bulup yoluna devam etti.

Aslında aynı röportajda Arda “İstediğim şu; hak ettiğim saygıyı görmek. Hayatın her alanında istiyorum bunu.” diyerek aslında en açık yarasını da açıp göstermişti. Muhtemelen saygının korkutmak ile silah ile kazanılacağına inanmış ve bu ülkede yaşayanların ne kadar unutkan olduklarına güvenmişti.

Arda ya da benzeri ne kadar yetenekli olursa olsun; ne kadar gol atarsa atsın, hangi Avrupa takımında oynarsa oynasın bundan 20 yıl sonra kurulan bir sofrada gerçek efsaneler anılırken adı ancak bu hadiselerle cümle içinde geçecek. “Yüz yıllık tarihe baksınlar kaç tane Arda Turan var?” demişti ya kendisi umarım çok azdır ve azalarak bitecektir.