Bir süredir yazmıyorum, okurlar soruyor: “neredesin?” diye. Yazmanın temel ödevim olduğunu unutmuş değilim. Keskinleşmiş savaş ortamı insanı yaşam sevincinden alıkoyuyor. Kürt coğrafyasında giderek büyüyen vahşet, sanıldığından öte bedel ödetecek hepimize. Kardeşlerimiz, dostlarımız, komşularımız ölüyor. Göz göre göre! Halkımız, milliyetçiliğin, dinciliğin uyuşturucu etkisine kapılmış, “padişahım çok yaşa!” demeye devam ediyor. Kimsenin aklına düşmüyor mu, daha dün ‘barış süreci’ diyorlardı, ‘analar ağlamasın’ diyerek, duygu ticareti yaparak herkesi uyutmuşlardı da, “şimdi ne oldu?” diye…

Bölgemizde herkesle kavgalı olmamız ayrı bir dert. Baskı düzeni kurulmuş ve alabildiğine halkı tehdit eder halde. “Hangi halkı?” diyeceksiniz. Haklısınız. Artık aynı toprağa ayak basmıyoruz. Hepimiz kendi içimize kapanmış, ürkütücü yalnızlıklara gömülmüş durumdayız. Gettolaşma denilen bu işte. İnsanlar, “Dünyayı ben mi kurtaracağım” demeye alıştı. Herkes kendi yolunda gidiyor. İşte bu korkutucu… Bir kısım ahali halinden memnun. Hatta intikam almak peşinde… Garip biçimde iktidarla arasında özdeşlik kurmuş durumda bu insanlar. Sanki beş odalı kaçAKsaray’da o yoksullar oturuyormuş gibi bir tavırdalar…

Geçen gün dandik ödül törenleri yapıldı arka arkaya. Kelebek töreninde sahneye çıkan herkes toplumsal mesaj vermekle meşguldü! Tiksindim. Vur patlasın çal oynasın tepineceksin, hiçbir konuda toplumsal tepki vermeyeceksin, sonra yalandan tantana yapacaksın. Gülben Ergen’in düşünür olduğu memleketim… Çok acı. Bir de Sansür Portakal Ödülü var. Antalya’yı yasa yoluyla gasp eden zihniyet almış sinemacıları karşısına hop hop oynuyor. Sahneye çıkan yine mesaj peşinde… Kardeşim oraya gittikten sonra, ne desen boş! Gitmeyeceksin!

Geçen sene bu sansür portakalı için çok yazdım. Bir takım arkadaşlar bozuldular. Bizim gazetede kalem oynatan bir müzisyen de yazdı içeriksiz bir yazı. Böyle toplumsal dönüşüm anlarında, sanatçı/aydın koltuk değneği olmamalıdır. Baskı düzeninde hem işler tıkır tıkır yürüsün istemek, hem de muhalifliğin rantını yemek olmaz! Ya biri olursun, ya diğeri! Neden bunu söylüyorum… Esasen memleketin savaş ortamına sürüklenmesinde bu ayrıntıların payı büyük. Boyun eğen, diz çöken sanatçıların olduğu yerde faşizm kurumsallaşır.

Opera genel müdürü kendi eserini sansürledi daha ne olsun! “Ali Baba ve Kırk Haramiler” adlı esere ne oldu acaba? “Haramiler” yeniden iktidar olunca, bizim genel müdür tırstı! Zaten sanatçı kadrosundakiler derin uykudalar… Devlet tiyatrosunda rezillik diz boyu. Nejat Birecik her gelen bakana “ağam paşam” diyerek vaziyeti idare ediyor. Peki, bu kurumun sanatçıları ne âlemde? Sormayın gitsin… Acırsınız hallerine… İkinci Dünya Savaşı Almanyası’nı yaşıyoruz. Her yönüyle…

Yazmadım bunca zaman. Canım sıkkındı. Umudumu yitirdiğim, içime kapandığım için değil. Özensizlik, zevksizlik, bayağılık, cahillik artık her alanda meşru sayıldığı için. Üniversitelere gidiyorum… O akademisyenlerin hallerini görseniz. Yahu kalkın ayağa, bunca hukuksuzluk, baskı varken, bir cümle kurun… Yok mu sözünüz! Yok demek ki… Öğrenciler kendi paçasını kurtarmak telaşında… Can yakıyor bu haller…
Yeteneksizlik ödüllendiriliyor bu ülkede. Hal böyle olunca, kimse iyinin, güzelin peşinden koşmuyor. Gamsızlık, yalancılık alabildiğine egemen ortama… Vasatın iktidarı bile değil bu. Bu günler geçer elbet. Ama soluduğumuz hava faşizm kokuyor… Ömrümüzü çalıyor bu olan biten... Geçen gün bir arkadaşım, son zamanlarda yazılarında ‘karamsarlık’ hâkim dedi. Esasen böyle değil duygu halim. Yazdıkça, paylaştıkça, ürettikçe, düşündükçe hayata daha çok tutunur insan. Hele ki çocuklar var ya, onlar için dövüşmek gerek.

Bu sıralar Aziz Nesin’in yaşamöyküsünü okuyorum yeniden… Herkese öneririm. Ayrıntılı bir Nesin yazısı gelecek yakında. Ha birde, yeni romana başladım. Okurlarla olunca iyi hissediyorum. Yakında turneler var. İnsanlara gitmek güzel…
Sevmeye, direnmeye devam… Bir de bizim “Kabataş Yalanı Davası” var, onu da sonra anlatırım…