Sıkmayan, felaketin kurbanlarını asla “zavallılaştırmayan” (ki bu çok önemli) bir roman Armine. O kadar “bizden birileri” anlatılıyor ki gidenlerin bir parçamız olduğunu yüreğimizde hissediyoruz

Kaçırmayın, üzülürsünüz: Armine

Empati yoksunu bir toplumda kimseden yaşamadığı acıyı, acıları yazması, anlatması beklenemez. Ama bunu yapanlar varsa gerçekten yüce gönüllü olmalılar. Murat Ataş’ın “Armine (Çorak Dağ’ın Sürgünü)” adlı kitabını okuyup bitirdiğimde aklıma gelen ilk bu oldu.

Bir yüce gönüllü olarak Ataş hepimizin vicdanına, tabii ki unutulmayacak olan o müthiş acıyı anımsatarak da kuşkusuz, sesleniyor kitabında. Sadece kurbanlarının değil, onlarla şu ya da bu biçimde ilişkisi olan herkesin kayıtsız kalmasına olanak olmayan bir toplumsal acıdır anlattığı.

Bu tür dramların anlatıcılarının düştüğü kimi tuzaklar var; ilki, anlatırken kendisini acının muhataplarının yerine koymak (bu kötü olmasa da anlatıcının gayreti göze batmış oluyor), ikincisi de acının kaynağı olan suçluları ana özne yapmak. Kendi adıma anlatılana odaklanmamı engelleyen bir tarzdır bu.

Okuyan başkaları ne der bilemem ama Ataş bu iki tutumdan uzak, son derece sakin, sadece romanına konu ettiği bireylere odaklanmamızı sağlayan müthiş bir üslup tutturmuş. Konunun geçtiği yörede yaşayan Ermenilerimizin o “büyük felaket”te yaşadıklarını, mutlu sona ulaşmamış bir aşkı da metne ustaca yerleştirerek anlatmış.

Armine ile ailesinin dağılmasına yol açan tehcirde, gidenlerin mallarına, evlerine el koyanları anlatırken, o uğursuz insanların dini ya da milli aidiyetleri özellikle öne çıkarılıyor değil, bunu okuyucu kendisi anlıyor zaten. Bir avuç olan o uğursuzların yanı sıra komşularının gidişlerinden üzüntü duyanları da okuyoruz romanda. Onların da dini, milli aidiyetlerine özel bir vurgu yok. Romanın dikkat çekici yanı bu bence. Dolayısıyla Armine’yi okuyup da aidiyet ortaklığından ötürü kızgınlık ya da utanç duyacak bir okuyucu da olunamıyor haliyle.

Romanda “kötü adam” olarak betimlenen Kör Murtaza’nın aslında ne kadar iyi biri olduğunu anlamak şaşırttığı gibi sevindiriyor da okuyucuyu. Armine’yi koruyup kollayan Kör Murtaza’nın, “kötü” görülmesine yol açan olayların da aslında her coğrafyada yaşanacak “iyi insan- kötü insan” çatışmasından kaynaklanan, Kör Murtaza ile de Garabet efendi ile de ilgisi olmayan, dolaylı bir “kötülük”den meydana geldiğini anlıyorsunuz. Armine’nin dedesi Garabet efendi ile Kör Murtaza arasındaki “düşmanlık” (daha doğru bir ifadeyle Kör Murtaza’nın Garabet efendiye duyduğu kızgınlık) aslında bir aşk öyküsüne dayanır. Ne Kör Murtaza Garabet efendinin Ermeniliğine, ne de Garabet efendi Kör Murtaza’nın Müslüman Türklüğüne laf ediyor değildir.
kacirmayin-uzulursunuz-armine-473309-1.Balkan Savaşı’nın yıkımlarının Armine’nin köyüne kadar geldiği dönemlerdir anlatılan. Tüm Osmanlı erkekleri, Müslümanı, gayrimüslimi savaşa gitmekteler. Gidenlerin geri gelmeyeceği endişesi her zaman hissedilen bir duygudur ama bu kez özellikle gayrimüslimler için hava son derece pusludur. Savaş sırasında (sonunda da) olandan bitenden gayrimüslimleri (Ermenileri) sorumlu tutan “devlet aklı” tehcire başvurmakla aslında yüzlerce yıl süren ortak yaşama kültürüne de darbe vurmuştur. Kimseye (devlet mekanizmasına da) yararı olmayan tehcirin savurduğu insanlara acı duyan komşuları da romanda yer alıyor.

Armine, Civan’a, muhtemelen devletten kaçmış biridir, aşık olur. Civan da ona. Aralarında ne din ne de milliyet sorundur. Bu aşka tanık olanların da böyle sorunları yoktur. Tüm bu “felaketler” yaşanmasa, o yörede hep olageldiği gibi evlenip çoluk çocuğa da karışacaklardır belki. Civan Osmanlı devlet aygıtından kaçan, Armine aynı aygıtın sürdüğü iki insandır. Bu nedenle bir araya gelmeleri mümkün olmaz.

Sıkmayan, felaketin kurbanlarını asla “zavallılaştırmayan” (ki bu çok önemli) bir roman Armine. O kadar “bizden birileri” anlatılıyor ki gidenlerin bir parçamız olduğunu yüreğimizde hissediyoruz. Felaketten yıllar sonra başka başka coğrafyalarda yaşayanların, doğdukları topraklara gelmeleri, yaşadıkları evleri arayıp bulmaları ne tehcirin ne de başka bir önlemin(!) kişiyi ait olduğu kara parçasından uzak düşüremeyeceğini bir kez daha hatırlatıyor bize.
Murat Ataş, benim meslektaşım. İyi bir gazeteci. “İyi bir gazeteci” olmanın roman yazmada ne kadar işe yaradığını Armine’yi okuyunca anlayacaksınız. Okuyanı asıl konudan uzaklaştırmayan nefis bir üslubu var. Kelimelere anlamlarının dışında bir ağırlık yüklemediğini hissettim okurken. Ataş’ın bu “ilk roman”ının daha sonra yazacaklarının da habercisi olduğunu düşünüyorum.

Lorca’ya atfedilen bir söz var; “İçiniz kor gibi yanarken susmak acıların en beteridir”. Ataş’ın doğduğu yörede duydukları karşısında “içinin kor gibi” yandığı, yıllar sonra o duyduklarından da yola çıkarak Armine’yi yazmasından belli. Bunca yıl “içindeki ateşle”ymiş meğer.

“İçimizin yangını” ancak sevgiyle sönebilir. Ataş’ın Armine’yle bize sunduğu budur. Sevmek, her şeyi sevmek, Öteki’ni de.