Kaçışların ve çıkışsızlığın yazarı

DOĞUŞ SARPKAYA

Almanca edebiyatın genç yıldızlarından biri Daniel Kehlmann. 1975 doğumlu yazar şimdiden on kitaplık bir külliyata ulaştı. Türkiye yayın dünyasında sıklıkla karşılaştığımız bir durum olan popüler bir yazarın çıkış yaptığı kitabı yayımlama durumu Kehlmann için de gerçeklik kazanmış durumda. Türkçede Kehlmann kitaplarına ne yazık ki dördüncü romanı olan “Ben ve Kaminski”nin yayınlanmasıyla ulaşmaya başladık. Ardından üçüncü romanı “En Uzak Yer” okuyucularla buluşturuldu. Yazarına dünyaca tanınma imkânı veren beşinci romanı “Dünyanın Ölçümü”nden sonra Kehlmann’ı kronolojik anlamda izleme şansımız oldu. Türkçe’de “Sesler. Dokuz Öykülü Bir Roman” ve “F” ile birlikte yazarın beş romanı bulunuyor. Yazarın ilk verimleri olan “Beerholms Vorstellung” (Roman), “Unter der Sonne” (Öykü) ve “Mahlers Zeit” (Roman) ise henüz çevrilmedi. Kehlmann’ın yayımlanmış iki oyununa da erişebilmiş değiliz.

Yine de Türkçede yayımlanmış beş kitaplık yarım-külliyat Kehlmann yazınını anlamamıza yardımcı olabilir. Öncelikle şunu söyleyelim: Kehlmann, ister “Dünyanın Ölçümü”nde olduğu gibi aydınlanma döneminin iki farklı bilim adamını anlatsın, ister “Ben ve Kaminski”de olduğu gibi bir sanat eleştirmeninin kendine çıkış yolu arayışını, her romanında yaşamından hoşnut olmayan karakterler yaratır. Yaşamından hoşnut olmama durumunun sebebi bireyin kendi çıkışsızlığından çok toplumsal bir olgu olarak belirir. Kehlmann’a göre modern zamanlarda insan, kendini gerçekleştirme olanaklarını yakalayamadığı için mutsuzluğa yazgılıdır. Kendini gerçekleştirdiğini düşünenler ne yaşadığının farkında olmayan tiplerdir. Sistemle uzlaştıklarının farkında olmadan telafi mekanizmalarının ağına düşmüşlerdir. Bütünlük kavramının atomize olduğu bir çağda bütün bir benlikten bahsetmek olanaksızdır.

Kaçış arzusu
Kehlmann’ın “En Uzak Yer” romanındaki Julian karakteri tam da yukarıda bahsettiğimiz kendini gerçekleştirdiğini sanan tiplerden olmamak için çocukluğundan yetişkinliğine kadar yaşamını kaçışlar etrafında kurar. Kehlmann, Julian’ın kaçma arzusunu tetikleyen sebeplerin dış dünyayla alakası üzerine uzun uzun betimleme yapma gereği duymaz. Julian’ın kaçış arzusu bireysel bir tercihmiş gibi resmedilir. Kaçış arzusu ve çıkışsızlığın toplumsallığı okurun sezgisine bırakılmıştır. Julian’ın ağabeyi Paul bu kaçış arzusunun dinamiklerini de kaçınılmaz başarısızlığının da farkında olarak kahramanımızı uyarır: “Başka biri olabileceğini düşünüyorsun. Ama ne yaparsan yap, daima gözleri iyi görmeyen, unutulan bir Barok düşünürü ile ilgili kötü bir kitap yazan ve annesinin ölümünden sorumlu olan o genç adam olarak kalacaksın.”

“Ben ve Kaminski”de ise sanat dünyasının içinde kendine eleştirmen ve biyografi yazarı olarak yer edinmek isteyen anlatıcı-kahraman Sebastian Zöllner’in yaşamına odaklanırız. Zöllner, Kaminski’ye ulaşmak için kendi kişiliğini bile ezebilecek kadar hırslı bir gençtir. Kaminski ile ilgili yazacağı biyografinin onu hem zenginliğe hem de üne kavuşturacağını düşünür. Zöllner, anlattıkça dahil olmaya çalıştığı sanat dünyasının pisliklerini de gözler önüne serer.

Hoşnutsuzluğun estetiği
Kehlmann’ın kaçış ya da kendi konumu beğenmeme izleğinin en az hissedildiği kitap ise “Dünyanın Ölçümü”dür. Alman aydınlanma hareketinin iki önemli figürü coğrafyacı ve kâşif Alexander von Humboldt ile matematikçi Carl Friedrich Gauss’un hayatlarının paralel biçimde anlatıldığı bu romanda bilime tutkuyla bağlı iki figürün farklı motivasyonlarla nasıl çalıştıkları aktarılır. Her ne kadar dünyayı ölçmeyi takıntı derecesinde yaşamlarının merkezine yerleştirmiş olsalar da her iki kahramanımızda dünyanın ölçümünün dünyayı anlamada yeterli olmadığını içten içe sezdirirler. Dahası “Dünyanın Ölçümü” de aslında kaçış mekanizmalarının işlediği örneklerle doludur. Behçet Çelik, Kehlmann karakterlerinin aslında hep başka biri olmayı arzulayan kişiler olduğunu tespit ettiği mükemmel makalesinde “bir başkasıyla yer/ruh/benlik değiştirme hallerinin örnekleri” üzerinde durur. Başkası olma isteğinin kendinden kaçmanın bir yolu olduğunu kabul edersek, “Dünyanın Ölçümü”ndeki Alexander von Humboldt’un abisiyle kendi arasında kurduğu özdeşlik de Gauss’un kendi yaşamından sürekli hoşnutsuzluğu da Kehlmann’ın merkezi temasını takip ettiğinin kanıtı olarak görülebilir.

Kehlmann’ın merkezi temasının baskın olarak hissedilebileceği son iki romanı “Sesler. Dokuz Öykülü Bir Roman”da ve “F”de de kendi yaşamının sınırlamalarından kurtulmaya çalışan ve başarısız olan karakterlerle karşılaşırız. “Sesler” dokuz farklı öykünün bir şekilde birbiriyle konuştuğu bir biçim tercih edilse de her öyküde Behçet Çelik’in bahsettiği “bir başkasıyla yer/ruh/benlik değiştirme halleri”nin izleriyle karşılaşırız. Daha ilk öykü olan Sesler’de bir bilgisayar firmasında teknisyen olarak çalışan evli ve iki çocuklu Ebling’in hayatına cep telefonu girmesi ve yanlış aranmalar sonucu başkası adına konuşmaya başlamasıyla yer/ruh/benlik değişimi izleğinin kitap boyunca gerçekleşeceğini sezeriz. “Sesler. Dokuz Öykülü Bir Roman” farklı biçimlerin ve anlatıcı kişilerinin denendiği üst kurmaca öğelerinin kullanıldığı bir roman olarak, gerçekliğin bu kadar oynak olduğu çağda kendi olarak kalmanın zorluğu üzerine düşünmemizi sağlar.

“F” de ise Arthur Friedland ve üç oğlunun (ikiz kardeşler Eric ve Iwan, anne ayrı kardeş Martin) bir hipnoz seansına katılmalarıyla yaşamlarının değişimi üzerine durur Kehlmann. Hipnoz sonrasında baba ailesini terk ederek başka kıtaya kaçacak, arkasında ise hayat karşısında ne yapacağını bilemeyen üç çocuk bırakacaktır. “F” kimi zaman üçüncü şahıs kimi zaman birinci şahıs anlatımıyla ilerleyerek Arthur, Eric, Iwan ve Martin’in yaşamlarını öğrenmemizi sağlar. Din, para ve sanatın insanın dünya üzerinde kendini konumlandırmasının üç aracı olduğunu düşünen Kehlmann, üç varoluş katmanını da karakterlerinin ayağının altından çekerek, bir sorgulama alanı yaratır. Tanrıya inancını yitirmiş rahip Martin kendini durmaksızın yemeye kaptırır. Borsa spekülatörü olan Eric ise krizle birlikte piyasanın gazabının nasıl yıkıcı bir güce sahip olduğunu görür. Iwan ise sanat simsarlarının hâkim olduğu bir ortamda sanat yapmanın olanaksızlığını görerek kendi sanat piyasasını oluşturmaya çalışır. Ama her koşulda kahramanlarımızı bekleyen son kendi mutsuzluklarıyla yüzleşmek olacaktır.
Açıkçası Kehlmann, hep aynı temanın etrafında dönüyor gibi gözükse de bu temaların farklı veçhelerini serimleme konusunda ısrarcı davranarak romanlarını derinleştirir. Kimi zaman küçük ayrıntılar, kimi zaman absürdün kıyısına yaklaşan saçmalıklar, kimi zaman mizahın ve ironinin yardımıyla kurulan atmosfer Kehlmann’ın kaleminin sınırda dolaşmasını sağlayarak, romanlarının tekdüzeleşmesini engeller. Tam da bu yüzden popüler olana değil nitelikli olana daha yakındır Daniel Kehlmann.