İnsan neden kendinden kaçar? Tümgüçlülük yanılsamasını ortaya çıkaracak çaresizliğinden mi, içindeki dayanılmaz boşluk duygusundan mı, ne zaman içine baksa karşısına çıkan suçluluk ve utanç duygularından mı, kendisine karşı yaşadığı hayal kırılıklarından mı? Belki de bu bir kaçış değildir de sürgünlüktür, itilmedir. Psikanalist Laplanche’ın yazdıklarında, bebeklik döneminde anne ve babadan gelen bilinçdışı mesajların içeriği, taşıdıkları gizemle çocukları merkezden kenarlara doğru itebilmektedir. Laplanche’a göre çocuk, anne-babadan gelen ve elbette anne-babanın farkında olmadığı bilinçdışı aktarımdan kaynaklanan, ciddi bir biçimde kafa karıştırıcı ve sarsıcı mesajların etkisinden kolay kolay kurtulamaz. İnsanların kendilerinden kaçmalarındaki temel nokta da bu olsa gerek.

Kişi, dışına sürüldüğü o merkezin içinden geçip içsel özgürlüğüne kendi başına kolay kolay kavuşamaz. Psikoterapist, ona bu yolculukta eşlik eder, kaçış karşıtı bir konumdan yapar bunu, kişinin kendisinden kaçmasına neden olan bütün gerekli gereksiz bilgileri merakla gündeme getirip, o kişinin de merakını cezbedip cesaretlendirerek…

Daha iyi nasıl kaçılır sorusuna yanıtlar arayan psikoterapi ekolleri de var elbette, kişisel gelişim endüstrisinin bir parçası olan. Yarı dinsel bir havası vardır bu tür ekollerin, kendisinden kaçanları evrenle, enerjiyle bütünleştirmeye çalışan, tümgüçlülük yanılsamasını akılcılaştırıp yeniden işlevselleştiren. Mistisizm, en huzurlu kaçış yollarından biri olsa gerek, bu açıdan. Memeye kavuşan bir bebek gibi… Mistisizmin kelime kökeninin “gizemlere katılma” anlamına geldiği biliniyor, Yunancada anlamı dudak ve gözlerin kapanması olan bir sözcükten türediği…

İnsanın kendisinden neden kaçtığı sorusunu düşünürken, Todd May’in ‘Deleuze - Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?’ kitabına rastlıyorum kütüphanemde. “Bir birey nasıl yaşayabilir?” sorusu, “Bir birey neden kaçar?” sorusunun anlaşılmasına yardımcı olabilir. Todd May, kitabının başında şöyle yazmış: “Sabahleyin uyanır, dişlerimizi fırçalar, üstümüze başımıza bir şeyler geçirip sanki başka türlü yaşamak mümkün değilmişçesine ya da bu istisnai yaşam, yaşanabilecek olan tek yaşammışçasına günlerimizi tüketiriz; sanki evren, yaşamlarımızın başka türlü değil de, tam da olduğu gibi tezahürünü zorunlu kılacak şekilde inşa edilmiştir.” Ergenlik dönemi, tam da bu soru üzerine şekillenir, bu yüzden Freud’un da belirttiği gibi çocuklukta takılıp kaldığımız meselelerden kurtulmamız için ikinci bir şanstır bu dönem. Bir ergen için “nasıl yaşayacağı” sorusuna yanıt bulmak, hayati bir öneme sahiptir. Ya ebeveynlerini örnek alacak ya da onlara karşı bir hayal kırıklığı yaşadıysa, onları mutsuz ve çaresiz görüyorsa kendisi başka yaşama yolları arayışına girecektir. Ama bu soru, “Bir birey nasıl yaşar?” sorusu, günümüzün en temel meselelerinden birisi olsa gerek. Todd May, felsefe aracılığıyla bu sorunun yanıtını arıyor, Deleuze’ü merkeze koyarak.

Eğer, Laplanche’ın da bahsettiği, bebeklik döneminden itibaren kuşatıldığımız gizemli mesajlar ve takılıp kaldığımız meselelerin içinden geçip, bize şekil veren ya da şekilsizleştiren örüntülerden özgürleşmediğimiz sürece, kendimizi farklı yaşama imkânlarına açabilmemiz mümkün görünmüyor. İnsan, kendisinden kaçarak kendisini mutsuz eden şeylerden kurtulamaz, başka türlü yaşamanın her yolu sadece geçici kaçış yollarına dönüşür; kaçtığı şeye doğru koştuğunu fark edemez.