Kaddafi, kırk iki yıllık saltanatı boyunca Çin’e sadece bir kez (1982) gelmiş. Bu yazıya konu olan Çinli dostum Hua bu ziyarete nezaret eden heyetteymiş.

Kaçak Saray’da sergilenen o “On altı Türk devleti sirki”nin görüntüleri buradaki gazetelerde de yayımlandı. Hua o resimleri görünce, “Kaddafi Tiyatrosu reloaded. Böyle bir ‘acayiplik’ ancak onun aklına yakışırdı” demişti. Ne de olsa Kaddafi’yi iyi tanıyan bir adam… Hua artık bir akademisyen olsa bile, geçmişteki diplomasi kariyerinin uzun bir bölümü Libya’da geçmiş. O günler için “Kaddafi gibi bir ‘tuhaflığa’ bu kadar yakından tanık olmak da fazlasıyla tuhaf bir deneyimdi” diyor. Aşağıda yazdıklarım onun anlattıklarından ibaret:

Tanrı’nın onu Libya’nın başına geçmesi için özel olarak gönderdiğine ve görevlendirdiğine inanıyordu. Yani seçilmiş ve o göreve getirilmiş bir üstün insandı. Velhasıl, kendisinde kimsede bulunmayan üstün nitelikler olduğunu varsayıyordu. Oysa bu sadece onun kuruntusundan ibaretti. Aslında oldukça cahil, bilgi ve görgüsü son derece kıt, eleştirel düşünme yeteneğinden yoksun, sıradan, basit, göze çarpan bir özelliği olmayan biriydi. Her cahil gibi, üç satırdan ibaret müktesebatı ile her şeyi bildiğine inanıyordu. Cehaletine kanıt sayılan “Yeşil Kitap” için üniversiteleri kürsü kurmaya bile zorlamıştı. “Felsefi konuşmalar” adı altında (bazen felsefeciler arasında) saçmalamak hobileri arasındaydı. Bu kadar büyük bir cehalet, bilgisizlik, görgüsüzlük ve böylesine ağır bir kibir bir araya geldiğinde ortaya sadece bir soytarı çıkar; ama tehlikeli/zararlı bir soytarı.

O olmadan Libya’nın da var olamayacağına inanıyordu/inandırılıyordu. Aslında bu düşüncesinde bir ölçüde haklıydı. Çünkü yöneticiler ve bürokrasi arasında çapı ondan büyük kimse yoktu. En bilgili, görgülü, yetenekli yöneticisi Kaddafi olan bir ülke… Bürokratlar “Kaddafi’nin ibrikçiliği”nden başka bir vasfı olmayan işe yaramaz adamlardı. Bu kadar yeteneksizliği bir arada ancak o tutabiliyordu. Yani, bu haliyle, ülke zaten içeriden çökmüştü. Enkaza dönüşmesi için sadece birinin şöyle bir itelemesi gerekiyordu. Birileri bunu yaptı ve devlet aklı “Yüce lider Kaddafi”nin aklından ibaret hale gelmiş o “Büyük Libya” üç günde enkaz oluverdi.

Halkın onu baba gibi gördüğünü ve onsuz olamayacaklarını sanıyordu. Bu aslında onun kendine biçtiği rolün ve kendi kuruntusunun ifadesiydi. Yoksa halkın onu “baba gibi” gördüğü falan yoktu (zaten gidişine de çok sevindi). İşin aslı şu ki, bütün korku imparatorlukları gibi bir “yalan ve riya” toplumu yaratmıştı ve halkın ona karşı sergilediği sevgi gösterilerini gerçek sanıyordu. Gerçi sevgi umurunda değildi; o bağlılık-biat-istiyordu. Bağlılık gösteren iki grup vardı: (1) Çıkar ilişkileri içindekiler; (2) Kaddafi’nin İslamcılık masalının büyüsüne kapılan, din istismarına en açık kesimler; yani toplumun en eğitimsiz, cahil, vasıfsız kesimleri. Toplumun rızasını alamayan yönetimlerin iktidarlarını sürdürebilmesi için tek çıkar yol, toplumun bu kesimlerindeki kötülük mayasını örgütlemek ve “kötülüğün ete kemiğe bürünmüş hali” etrafında toplanmasını sağlamaktır. Bunu, kötülüğü görünüşte “iyilik” formuna büründürerek (Kaddafi’de İslamcılık) yaparlar. Yani bu kesimler aslında Kaddafi’de cisimleşen “kötülüğe” tapıyorlardı.

Ahlaki olarak düşük biriydi. Kaddafi’nin oğlu veya yakın çevresinden olmak dışında hiçbir vasfı olmayan insanlar büyük servetlere sahiptiler ve devlette önemli görevleri vardı. Petrol gelirlerinden çalmak ve uluslararası işlerden rüşvet almak görevlerinin bir parçası gibiydi. Yolsuzluğun yalnızca kendi çevresinin hakkı olduğuna inandığı için rüşvet alan veya buna kalkışan görevlilere karşı acımasızdı.

Aslında, o lider, devlet başkanı görüntüsünün altında en pespayesinden bir Arap-Ortadoğu diktatörü ve bir haydut vardı. Ziyaretinde buna uygun bir karşılama ve ağırlama yapmıştık ama aklı megalomanisiyle o kadar doluydu ki anlayamadı.