Ursula LeGuin daha çok bilim-kurgu romanları ve fantastik öyküler yazan biri olarak bilinir. Ama benim için o her şeyden önce iyi bir

Ursula LeGuin daha çok bilim-kurgu romanları ve fantastik öyküler yazan biri olarak bilinir. Ama benim için o her şeyden önce iyi bir yazardır. Ne yazdığı pek de önemli değildir. Alışveriş listesi bile yazsa aynı keyifle okuyabilirim. Çünkü muhtemelen o listeye bile edebiyatın efsunundan bir şeyler katacaktır.
LeGuin düpedüz bir büyücüdür aslında. En inanılmayacak şeyleri gerçek kılma becerisi vardır onda. Yerdeniz serisinde anlattığı tılsımlar, büyüler ve ejderhalarla dolu hikayeler, benim diyen gerçekçi romancının uyandıramayacağı kadar gerçeklik duygusu bırakır insanda. Çünkü LeGuin’in her zaman bir derdi vardır. Ve bütün iyi yazarların yaptığı gibi, hep o derde geri döner. Uzak gezegenlerde ya da sisli denizlerin üzerindeki ıssız adalarda geçen hikayeleri kurgularken, aslında buradaki varlığımıza dair kafa yorar: doğumu, büyümeyi, aşkı, ölümü ve bunlarla yüzleşmeye çalışan bireylerin iç yolculuğunu anlatır. Bunları aktarmak için bulduğu yol ise, kendisinin de dediği gibi, ‘iç benliğin dilinden,’ yani sembollerden, rüyalardan ve alabildiğine özgür bırakılmış bir hayalgücünden geçer.
Yerdeniz Üçlemesi (sonradan kitapların sayısı artmıştır gerçi), gitgide karmaşıklaşan bir örgü içinde, daha önce kimsenin ayak basmadığı bir dünyanın kapılarını okuyucuya açar. Güçlü bir büyücü olma yolundaki Ged’le beraber biz de önce karanlık taraflarımızdan kaçar, sonra kendi gölgemizle yüz yüze geliriz. Ya da Tenar’la birlikte kadınlık denen karanlık labirentte adım adım ilerler, cinselliğimizle karşılaşır ve kendimizi keşfederiz. Son kitap ‘En Uzak Sahil’de ise, ölüm fikriyle boğuşarak kendi sonluluğumuzla yüzleşiriz.
Yerdeniz’in bende ayrı bir yeri vardır. Bu seri boyunca, insanı hayranlıktan hayranlığa götürecek buluşlar yapar LeGuin. Ama bence bugüne kadarki en müthiş icadı, birine verebileceğiniz en büyük hediyenin ona kadim lisandaki isminizi söylemek olduğunu iddia etmiş olmasıdır. Kadim lisandaki adınız, sizin gerçek isminizdir ve başkalarından gizlemek istediğiniz her ne varsa hepsini temsil eder. Onu söyleyeceğiniz insana çok güveniyor olmanız gerekir. Çünkü, bu ismi söylediğinizde karşınızdakine üzerinizde güç kullanma hakkını vermiş olursunuz. Gerçek isminizi bilen bir büyücü size kolaylıkla hükmedebilir.
Yerdeniz Üçlemesi’nin ikinci kitabında, Tenar’a gerçek ismini hatırlatan ve bir kadın olarak kendisini keşfetmesini sağlayan Ged’in ta kendisidir. Onu karanlıktan ışığa doğru götürmüş, daha önce çıkmadığı bir yolculuğa sevketmiştir. Yoğun metaforlarla örülü olsa da, farkederiz ki, Tenar’ın öyküsü aslında bütün kadınların hikayesidir. Tenar gerçek ismini bulduğunda, mezarların isimsiz rahibelerinden biri olmaktan vazgeçer ve kendisi olmaya cesaret eder. Bu ismi Ged’e söylediği zaman da, en değerli şeyini başka birinin eline bırakmayı, yani birine bağlanmayı göze alır.
LeGuin’in bu zarif benzetmesini hiç unutmadım. Yalnızca güzel olduğu için değil, doğru olduğu için de bırakmadım onu. Aşk tam da böyle bir şeydir çünkü. Karşıdakine en zayıf yerlerinizi açmayacaksanız, yaralarınızı göstermeyecekseniz aşık olmuş sayılmazsınız. Bu riski almadan kendinizi ötekine açamazsınız. Birine gerçek isminizi söylemek, ‘işte bak benim en büyük korkularım bunlar, ben aslında buyum,’ demektir. Aşık olduğunuzda, başka birinin artık sizin üzerinizde güç sahibi olduğunu kabul etmiş olursunuz. Onun size zarar verebileceğini bilir ama bunu yapmayacağını umarsınız.
Bir başkasına kadim lisandaki ismimizi söylemek, birinin önünde bütün kusurlarımızı, korkularımızı, zaaflarımızı birer birer göstermek, yani çırılçıplak soyunmak anlamına gelir.
Bundan daha korkutucu bir şey daha yoktur hayatta. Ama özlenen de odur aslında. Hepimiz, kadim lisandaki adımızı kulağına fısıldayabileceğimiz ve kendisi de bizimle kendi gerçek ismini korkmadan paylaşacak o insanı ararız.
İşte bu aşkın bir teslimiyet olarak portresidir. Güzel bir icattır. Beni hep etkilemiştir.