Amerika’nın Lowell kasabasında çalışan kadın işçiler, kilit altında on dört saati bulan iş gününü hak ettiklerinin katbekat azı bir ücretle tamamladıklarında ne için ve neye karşı mücadele edeceklerini biliyorlardı. Sağlıksız koşullarda çalıştırılan ve bununla birlikte kasabadaki sosyal hayatı sınırlandırılan kadınların kurduğu Fabrika Kızları Birliği sendikası ilk büyük grevini gerçekleştirdiğinde takvimler 1836 yılını gösteriyordu. Sokağa dökülen […]

Amerika’nın Lowell kasabasında çalışan kadın işçiler, kilit altında on dört saati bulan iş gününü hak ettiklerinin katbekat azı bir ücretle tamamladıklarında ne için ve neye karşı mücadele edeceklerini biliyorlardı. Sağlıksız koşullarda çalıştırılan ve bununla birlikte kasabadaki sosyal hayatı sınırlandırılan kadınların kurduğu Fabrika Kızları Birliği sendikası ilk büyük grevini gerçekleştirdiğinde takvimler 1836 yılını gösteriyordu. Sokağa dökülen binden fazla kadın fabrika işçisinin sesi yıllar içinde kasabanın sınırlarını aşacak ve 1857 yılına gelindiğinde, itirazı görmezden gelinen, bastırılmak istenen kadın işçiler bu kez on binler olarak New York sokaklarını dolduracaktı. Düzenin çarklarına çomak sokan bu baş kaldırı, ne kadınlara erkeklerden daha az maaş ödeyen patronların, ne de ahlâk sopasıyla kadın bedeni ve ruhu üzerinde tahakküm kuran bağnazların hoşuna gitti.

1857 yılı aynı zamanda, kadın hakları mücadelesinin en önemli isimlerinden Clara Zetkin’in de doğduğu yıldı. Almanya’da dünyaya gelen Zetkin, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olması gerektiğine inansa da bunun mevcut sistem içinde gerçekleşemeyeceğini düşünüyordu. Kadının, hem üretim araçlarına sahip olan ve işçinin emeğine el koyan burjuvaziye, hem de inanıştan yaşayışa her alanda erkeğin egemenliğinin hüküm sürmesini isteyenlere karşı bir özgürlük mücadelesi vermesi gerekiyordu. Mevcut sistem korundukça kadınlar bazı haklarına kavuşabilse bile, erkek dünyada kadının özgürlüğü hâlâ bir an bile boş bırakılamayacak kadar kırılgan bir alan.

Bugün Türkiye ve onun gibi erkek egemenlerin talep ve korkuları doğruldusunda çizilmiş, koşul ve kurallarına göre biçimlendirilmiş; baskıcı, sınırlayıcı, hizalayıcı yönetimlerin tercih edildiği coğrafyalarda kadınların haklarıyla ilgili en çok erkekler konuşuyor. Bunun sebebi, kendi düzeni içinde ve kendi makul bulduğu koşullar altında kadınların taleplerinin değerlendirilmesi gerektiği. Böylece rahatlıkla eşitlik varmış gibi davranılabilir, özgürlük varmış gibi yaşanabilir. Kaldı ki biz bugün bu tarifin fersah fersah uzağında, ‘mış’ gibi bile yapamadığımız bir anlayışla yönetiliyoruz. Kadınların üremesinden yürümesine, gülmesinden giyinmesine her alanda bilgi ve hak sahibi olduğuna inanan egemenlerden çeşitli talimatlar alıyoruz. Sorunlarımızı bizden önce ve bizden iyi tespit edip çözüm bulduğuna inanan erkeklerle çevriliyiz. Kadının görevleri belli, okula gitmesine gerek yok. Olur mu canım öyle şey, gitmeli ama şunları öğrense ona yeter. Her şeyi öğrensin ama elinin hamuruyla erkeklerin işlerine bulaşmasın. Her işi yapabilir ancak erkek kadar yükselmesin. Yükselsin tabi, ama oyunu bizim kurallarımıza göre oynasın, gerekirse kadın olduğunu unutsun. Maaşı da erkekten fazla olmasın. Örtünsün, açılsın; ama her iki şekilde de bedenini erkeğin gözünden görsün, erkeğin algısından değerlendirsin.

Biz kadınlar… Kimimiz haklarımıza daha yakın, kimimiz daha uzağız… Tacize uğruyoruz, bir o kadar da ayrımcılığa; sebebi, suçlusu da biz sayılıyoruz. Öldürülüyoruz, katillerimiz korunuyor. Çünkü kadının özgürlüğünde, erkek egemen düzeni ortadan kaldıracak güç var. Bugün, Zetkin’in önerisiyle, bir fabrikada ölen işçi kadınlar anısına ilan edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 109.yıldönümü. Alınan yol engebeli, taşlı ve uzundu; hâlâ da öyle… Çünkü Zetkin’in uyardığı gibi “kadın yoldaşlar teoride elbette eşit haklara sahip, ama pratikte erkek yoldaşların ensesinden hâlâ karşınıza çıkacak ilk dar kafalının bağnaz beliği sarkmaktadır.”