Fırat: LGBTİ+ hareket; oyunculuğu ile, eylemi bir sanata dönüştürme kabiliyetiyle, hem Gezi’yi hatırlatıyor hem de iktidarın fena halde asabını bozuyor

Kadın, erkekliğin arzularını  temsil eden bir inşadır

ÖYKÜ ÖZFIRAT

Belma Fırat toplumda göz ardı edilen kesimlerin sesi olan bir yazar. LGBTİ+ bireylerin yaşadıklarından, kadın mücadelesine kadar toplumsal sorunları geniş bir yelpazede edebiyata yansıtıyor. ‘Alışın Buradayız’ ve ‘Kuyuda’ adlı iki öykü kitabının ardından ‘Bugün Anne Gibi Değilim’ ismini verdiği üçüncü öykü kitabında ‘Anne gibi olmak’ temelinde kadınlara yüklenen toplumsal cinsiyet rollerini gözler önüne seriyor. ODTÜ’de okumasının hayatında dönüştürücü etkisi olduğunu ifade eden Fırat ile yeni kitabı üzerine konuştuk.

-Öykülerinizde toplumda sesi bastırılan kesimleri dert edinip geniş bir yelpazede bunları yansıtmaya çalışıyorsunuz. LGBTİ+ mücadelesi de en sık işlediğiniz konulardan. Güncel bir konuyla başlarsak bu yılki Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasını ve yapılan müdahaleleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu yıl Onur Yürüyüşü dördüncü kez yasaklandı. İktidarın LGBTİ+ bireylere karşı gittikçe sertleşen tutumunu, arzuyu yaşama ve varoluş imkânlarımızın çeşitliliğine tahammülsüzlüğün artışı zemininde değerlendirmek istiyorum. Bu tahammülsüzlüğü biraz da Gezi hareketi ile bağlantılı olarak ele almak gerekir. LGBTİ+ ve Queer hareket; tanımlamaya, kavramsallaştırmaya karşı direnir. Bu bir sınırlarla oynama, dayatılan çerçeveleri yıkma hareketidir. LGBTİ+ hareketinin Gezi ile bu kadar özdeşleşmesinin nedeni budur. Ancak buradan LGBTİ+ hareketinin, Gezi’yi hegemonik anlamda belirlediği ya da bir şemsiye görevi gördüğü düşüncesi çıkarmak yanlış olur. LGBTİ+ hareketi Gezi ile özdeşleştiren; tam da Gezi dinamiği içindeki çeşitliliği, her türlü tanımlamaya direnen zenginliği aynalaması olmuştur. Çünkü tanıma direnme LGBTİ+ ve Queer hareketin bünyesine ait bir özellik. Tam da bu nedenle iktidar, -farklı varoluş imkânlarına tahammülsüzlüğün yanı sıra- LGBTİ+ hareketin ve özellikle de onur yürüyüşünün Gezi’yi çağrıştırması nedeniyle, Gezi’yi hafızalardan silme çabasında bir gedik açması sebebiyle yasakçı zihniyetini artırarak sürdürmekte. Bunlara ek olarak, Onur Yürüyüşü’nden ısrarla vazgeçmemek konusunda geliştirilen direnç ve bu direncin yaratıcı boyutları da Gezi’deki eylem biçimlerinin yaratıcılığı ile örtüşerek bir umut, pozitif bir sinerji yaratıyor. 2016’da, Trans Onur Yürüyüşü’nde, polisin “Dağılın ve hayatın normal akışına dönmesine izin verin” çağrısına yanıt olarak “Yürümüyoruz, İstiklal Caddesi’nin Her Köşesine Dağılıyoruz” eylemi yapılmıştı. ‘Dağılıyoruz’ bence çok önemliydi çünkü tanımlanmaya çalışılan o ‘normal akış’ her ne ise, onun içine dağılıp nüfuz ederek bir gedik açmayı amaçlıyor hem de polisle açıkça mukavemet etmeden ama zekice oyuna getirip ters köşeye yatıran yaratıcı bir eylem olarak kendini ortaya koyuyordu. 2017 yılında da Taksim’e girmek isteyen gençler çok yaratıcı yöntemlere başvurdular ve bunlar sosyal medyada dikkat çekti. Yanlış hatırlamıyorsam, paylaşımlardan birinde alana girmeye çalışan yeşil t-shirt giymiş bir genç, kendisini engellemeye çalışan polise “gökkuşağında yeşil renk yok ki” diyor ve polis de “tamam o zaman” diyerek geçişe izin veriyordu. Bu yıl da İstiklal’de tüm sokaklarda basın açıklaması okuma çağrısı yapıldı. Ben bütün bu eylemleri, Ali Artun’un, ODTÜ’de ’68 ve Sanat Olarak Devrim makalesinde ‘eylemi oyuna dönüştürmek’, ‘devrimle oynamak’ ve ‘sanat olarak devrim’ düşüncesiyle birlikte düşünmek istiyorum. LGBTİ+ hareket; oyunculuğu ile, eylemi bir sanata dönüştürme kabiliyetiyle, hem Gezi’yi hatırlatıyor hem de iktidarın fena halde asabını bozuyor.

-Yeni öykü kitabınız ‘Bugün Anne Gibi Değilim’de birçok farklı kadının hikâyelerini görüyoruz. ‘Anne’ gibi olmak nedir sizce? Kadınlara biçilen bu anaç rollerin bir eleştirisi midir bu başlık?

Kendimizi cinsel bir özne olarak tanımlamamızı ve cinsellik üzerine konuşmamızı sağlayan cinsellik tertibatıdır. Cinselliğe dair üretilen söylemler ve toplumsal pratikler bizleri belirli bir cinsel özne konumunu doldurmaya çağırır. MichelFoucault, Cinselliğin Tarihi’nde cinselliğin sorunsallaştırılmasının diğer bir deyişle; biyolojik, tıbbi, ahlaki, kültürel, disipliner, hukuki alanlarda cinselliğin hem söylemde hem de yapıp etmelerimizde nasıl kurulduğunun tarihini ortaya koyar. Bu bağlamda Foucault, cinsel öznenin ve toplumsal cinsiyetin bir kurgu, hem de tarihsel bir kurgu olduğunu; kurgusal ise başka kurguların da imkân dâhilinde olduğunu, ezcümle cinsel kimliğini olumsal olduğunu gösterir bize. JudithButler da, benzer şekilde, toplumsal cinsiyetin siyasi ve kültürel olarak üretilmiş olduğunu ifade eder. Öyle ise Butler’ın, Cinsiyet Belası’nda vurguladığı üzere, bir cinsiyet tözünden söz etmek mümkün olmayacaktır: “Cinsiyetin töz gibi görünmesini sağlayan şey, bir cinsiyet ya da toplumsal cinsiyet ‘olmanın’ temelde imkânsız olduğunu gizleyen performatif bir dil ve/veya söylem oyunudur.”

Bu bağlamda ‘anne gibi’ olmak da cinsellik tertibatına aittir. ‘Anne gibi’ olmaktan ve ‘anne gibi’ olmamaktan ne anlaşıldığı; ahlaki, kültürel ve hukuki boyutta kadınlara dayatılır. Kadınlar hem toplumsal yaptırımlarla hem de söylemde, kurulan annelik ya da cinsellik tertibatının çerçevesini çizdiği farklı kadınlık kurgularına dâhil olmaya performatif olarak çağırılır. Öyle ise kadın bir inşadır, erkekliğin arzularını temsil eden; onu ‘kutsal anne’, ‘evinin kadını’, ‘fahişe’ gibi rollere hapsederek fetiş haline getiren, çeşitliliğini, zenginliğini ortaya koyacak varoluş imkânlarını elinden alan bir kurgu. Eril tahakküm; cinselliğe dair ürettiği söylemler ve normu belirleyen pratiklerle oluşturduğu cinsellik tertibatı üzerinden kadını bir cinsel özne olarak kurar. Örnek olarak, eril tahakkümün bakış açısıyla ‘anne gibi’ olan uluorta flört etmez, cinselliğinden sıyrılmalıdır. ‘İdeal’ anne kendini çocuklarına adayıp, onları besleyip büyütmeli; bunun dışındaki arzularını göz ardı ederek yaşamalıdır. Kadın bu çerçeveyi doldurabildiği ölçüde toplum tarafından ödüllendirilecek, kısıtlara başkaldırdığı koşulda ise yergi ile hizaya çekilecektir. Ben öykülerimde; onları kısıtlayan toplumsal cinsiyet temsillerine karşı koymayı bir direniş biçimi olarak algılayan, politik farkındalıklarını cinsel edimlerinin içine taşıyan, cinselliğin toplumsal/siyasi tahakküm biçimlerinin bir arenası olduğunun bilincinde ve bu olguyla yüzleşmekten kaçınmak yerine, aykırı cinsellikleri üzerinden iktidarı ifşa etmeyi seçen kadınları yazmaya çalışıyorum.

-’Kırmızı’ adlı öykünüzde “Sana kırmızı sürme demedim mi? Cici kızlar kırmızı oje sürmez” dendiğini görüyoruz. Kadınları renkler ve sıfatlar üzerinden ayrıştıran bu kalıp yargılar size öykülerinizde ilham kaynağı oluyor mu?

Aslında bu soruyu bir önceki yanıtımda olabildiğince açıklamaya çalıştım. ‘Cici kızlar kırmızı oje sürmez’ ifadesi cinsellik tertibatının kalıplarını ifade eden söylemlerden biri olarak görülebilir. Burada dilin performatif olarak ne şekilde işlediğini de görebiliriz. ‘Cici kız’ söyleminin bir parçası olmayı kabullenen, bu konumu doldurma çağrısına icabet eden bir kadın kırmızı oje sürmeyecek, ondan talep edilen türden bir ‘cici kız’ performansı sergileyecek; diğer bir deyişle söylem eylemde kendini istenen biçimde yerine getirecektir.

-Öykülerinizde eril tahakkümün kadın bedeni üzerindeki yönlendiriciliğini görüyoruz. Türkiye özelinde düşünürsek kadınların bedenleri üzerindeki söz haklarında bir bilinçlenme artışı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mikro çevremden yola çıkarak buna olumlu bir yanıt verebilirim ancak genelleme yapabilecek düzeyde bir araştırma yapmadım bu konuda. Öte yandan Türkiye’de kadın cinayetlerinde yaşanan ciddi artışta; kadınların hem bedenleri hem de arzu ettikleri yaşam tarzı konusunda taleplerini ortaya koymalarının ve bunu gittikçe bir direnişe dönüştürmelerinin eril tahakküm üzerinde yarattığı gerilimin etkili olduğu yönünde çeşitli yazılara rastladım. Düşündüğüm de bana makul geliyor.

-Genelde şiirsel ve metaforik bir anlatı tercih etmenizin nedeni nedir?

Edebiyat estetik mekânda bir hakikat kurma çabasıdır bana göre. Ancak eserin eser olmaklığı okuyucu ile buluştuğunda mümkün olabilir ancak. Metin okuyucu için; hem yazara hem de kendine ait olan hibrit bir dünyanın kapısını açıp içeri girebileceği bir anahtardır. Bu nedenle okuyucunun yaratıcı faaliyete katılması, hayal gücü ile estetik mekânın yapılandırılmasına katkıda bulunması gerekir. Sanat eserinin alımlayıcısına doyum vermesi böylelikle mümkün olur. Edebiyatçının kullandığı dil üzerine düşünmesi bunun için önemli. Günlük yaşamda dili bir araç olarak kullanırız. Dilin araçsallığı bildirişim özelliğinden kaynaklanır. Oysa dili; oyuncunun bedeni, ressamın boyası, müzisyenin aleti gibi düşündüğümüzde bir araçtır ama araçsallaştırılmaması gerekir. Öte yandan nasıl oyuncu bedeninin, ressam renklerinin, müzisyen aletinin sınırlarını bir anlamı açığa çıkarma yolunda zorluyorsa edebiyatçı da dilin sınırlarını yıkmak ve aşmak için uğraşır. Yazarın çabası edebi mekânda imgesel bir tasarım yaratmaktır ve bunu da dil aracılığı ile ve bazen de dile rağmen başarmak zorundadır. Bu nedenle dil, edebiyat açısından, üzerinde düşünüldüğü; gerektiğinde yıkılıp yeniden yapıldığı ölçüde bir amaç haline gelir. Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni isimli kitabında ‘sanat şiirleştirmedir’ der ve şiir sanatına bütün sanat türleri arasında en üstün payeyi verir. Bunun nedeni şiirin, dilin düz anlam iletmekten ibaret olan bildirişim özelliğini yıkan, onu dilbilgisi kuralları ile belirlenmiş genel geçer anlam üretiminin ötesine taşıyan yapısında saklıdır. Bu nedenle birçok yazar yaratım sürecinde dil ile bir mücadele halindedir. Metin üreten yazarın; dilin salt iletişim maksatlı sarfiyatından kaçınması ve sözcüklerin gündelik kullanımının temsil ettiği düz anlamın ötesine geçmesi gerekiyor. Okuyucunun imgeleminde çok katmanlı ‘imgesel tasarımlar’ yaratmak ve okuyucunun eserin oluşumunda pay sahibi olmasını sağlamak ancak böyle mümkün olur. Bunu başardığımızda, dış dünyayı bir temsiliyet ilişkisi çerçevesinde birebir yansıtan, kopya eden, akseden boyutun, bir nevi gazetecilik faaliyetinin ötesine geçip; zihnin hayal gücü ve tasavvuruna yaslanan, anlamı çoğaltan, hem yazar hem de okuyucu için yaratıcı olabilecek bir faaliyete imkân vermiş oluruz.

-Öykülerinizde gerçekçiliği artırmak adına şahit olduğunuz hikâyeleri de kullandığınız oluyor mu? Özellikle kadın öyküleri yazarken kadın bir yazar olmanızın avantajı oluyor mu?

Elbette öykülerimde şahit olduğum hikâyelerin, gazetelerden okuduğum olayların ya da tarihsel belleğimize ait olan yaşanmışlıkların izi bulunur. Ancak bir önceki yanıtımda da belirttiğim gibi öykülerdeki gerçekliği artırmak hikâyelere birebir bağlı kalmakla mümkün olmaz. Bu bir nevi gazetecilik olurdu. Edebiyatın gerçekliği ise kurgusal mekânda yaratılan başka bir türden estetik gerçekliktir. Bu gerçekliğin elbette hem yazarda hem de okuyucuda bir karşılığı bulunacaktır ancak birebir aktarılan, dış dünya ile temsiliyet ilişkisini amaçlayan, anlamını ve değerini bu temsiliyete yaklaşma düzeyi üzerinden kuran bir gerçeklik değildir sanat eserinde söz konusu olan. Esinlendiği, içinde etkisini barındırdığı ya da yola çıktığı tekil hikâyeleri aşıp insanlığımıza dair; sevgimize, acımıza, nefretimize, şiddetimize dair bir hakikati açığa çıkarma gayretidir.

-ODTÜ Ekonomi mezunusunuz ancak edebiyatla uğraşıyorsunuz. ODTÜ’nün toplumsal mücadele konusunda güçlü yanını düşünürsek orada okuduğunuz süreç, sonrası için size bir şeyler kattı mı?

Bir sosyal bilim olarak ekonomi okumak elbette emek, refah, eşitsizlik, işsizlik gibi kavramlarla ilgili akademik düzeyde derinlikli bir okuma yapmamı mümkün kılmış ve toplumsal meselelere olan duyarlılığımın artmasında etkili olmuştur. Fakat hangi bölüm olursa olsun sırf ODTÜ’de okumanın, DEVRİM yazısının önünde diplomayı almanın bir dönüştürücü etkisi vardır. ODTÜ’nün bana en önemli katkılarından biri de ODTÜ Oyuncuları bünyesinde tiyatro yapmak oldu. Oyunculuğa daha önceden de ilgim vardı ancak dramaturji ve metin yazımı ile ODTÜ Oyuncularında tanıştım. İzleyen yıllarda bu çalışmalarım öykü yazma çabalarımda olumlu yönde etkili oldu.

-Okurlarınıza yeni proje müjdeniz var mı? İleriki süreçte neler üzerine yazmayı planlıyorsunuz?

Bir roman projem var. Bilimkurgu türünde. Ancak henüz emekleme aşamasında olduğunu söyleyebilirim.