Her iki cins için doğanın kanunları gereği olmazsa olmaz ‘cinsellik’, kadın için beraberinde ‘üreme’yi de getirir. İki kişi ile yapılan; en iyi senaryo ile her iki taraf için de aşkın, sevginin sonucu, mutluluk ve haz veren bir eylem, ‘gebelik’ ile sonuçlandığı andan itibaren, birden ‘kadının meselesi’ olur.

‘Kadın hakları, madın hakları’
28 Ocak günü medyada bir haber yer aldı; Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile görüşen Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk, katıldığı bir televizyon programında bir grup AKP'li yetkilinin de kendisini ziyaret ederek İstanbul Sözleşmesi’nin kesin kaldırılacağını ancak bu konuda destek rica ettiklerini söyledi:

“AKP yetkilileri bana geldi ve bu sözleşmenin kesinlikle kalkacağını söyledi. Lütfen siz bizi destekleyecek şekilde konuşun da bize yardımcı olun. Sayın Cumhurbaşkanı’nın da görüşü kalkması yönünde. Ben de biliyorum ifade ettiğini, kesinlikle kalkacak. Ama kalkarken onların içerisindeki bazı cahiller var, kadın hakları madın hakları falan diyenler. Onların hepsi Türk Ceza Kanunu’nda da var diye şey ediyor. Ondan böyle rahatsızlık duyuyorlar ama kaldıracaklarını kesin olarak kendisi de ifade etti”.

İki parti arasında beraberlik sağlayabildikleri en önemli ve tek nokta bu olmuş sanırım. Neyse ki ülkemizin başka derdi yok. İstanbul Sözleşmesi de kalkınca hadi artık kim tutar bizi, ver elini Mars! Kadınlar yüzünden adamlar çalışamıyorlar.

Bu ifadelerden yirmi gün önce, 8 Ocak sabahı Melek İ. 12 yıldır evli olduğu ve şiddet gördüğü eşini av tüfeği ile öldürdü. Uğradığı şiddet, olayın detayları tüyler ürperticiydi. Kardeşi, Melek’in 2008 yılı üniversiteye giriş sınavında tıp fakültesine girebilecek bir puan aldığını ama bunun yerine evlenmeyi tercih ettiğini söylüyor. Melek henüz 31 yaşında ve iki çocuğu var. Olay yeri evleriydi. Evinde tehlikede isen daha nereye kaçabilirsin ki? Melek, kendisinin ve iki çocuğunun canını kurtardı. Dayaktan, işkencelerden geçti, bir insan öldürmek gibi çok da ağır bir bedel ödedi. Avukatı tarafından yapılan tutukluluğun kaldırılması isteği reddedildi ve tutuklu olarak yargılanmasına karar verildi. Dosya hazırlığında maktulün başka bir kadına da şiddet uyguladığı gibi yeni bilgiler ortaya çıktı. Melek şimdi cezaevinde, yargılanmayı bekliyor. Olayın şahidi çocuklar, anneanne ve dedenin bakımına verildi, rehabilitasyona alındı. Bir de avukatından güzel bir haber geldi, Melek üniversite hazırlık sınavı kitapları istedi ve cezaevinde ders çalışıyor. Tekrar üniversite sınavına girip, tıp fakültesini kazanmak istiyor.

Artık iyileşme zamanı. Yüzlerce yıllık mücadelenin devamı!

Yüz yıl önce Melek’in hemcinsleri, tamamen eril bir alan olan ve kadınların dışlandığı tıp bilimine erişebilmek için sıkı bir mücadele verdi. Kadınlar için tıp eğitimi bir yana, kadın sağlığı uzun bir süre devletlerin ve bilimin hiç ilgisini çekmedi. Kadınların adet, menopoz gibi evreleri “korkunç patolojik krizler” olarak sunuldu. Kadınlar daima hastaydı, histerikti, dengesizdi. Tıp bilimi bu ‘korkunç’ evreleri bu denli abartmasına rağmen, kadın sağlığı ile ilgilenmedi. Hatta erkekte frengi teşhis edildiğinde bile, doktora gitmesi kocasının iznine bağlı olan kadın, hastalıktan haberdar edilmeden, kocasının bu hastalığını da kutsal bir evlilik nişanı gibi taşımak zorunda kaldı.*

Her iki cins için doğanın kanunları gereği olmazsa olmaz ‘cinsellik’, kadın için beraberinde ‘üreme’yi de getirir. İki kişi ile yapılan; en iyi senaryo ile her iki taraf için de aşkın, sevginin sonucu, mutluluk ve haz veren bir eylem, ‘gebelik’ ile sonuçlandığı andan itibaren, birden ‘kadının meselesi’ olur. Kapı aralarında fısıltı ile konuşulur, hatta bazıları, karnı büyümüş hamile kadınların sokaklarda görünür olmasından bile rahatsızdır. Eğer her cinsel birleşmede erkeklerin hamile kalma ihtimali olsaydı, eminim tıp bilim tarihi çok farklı yazılırdı. Oysa kadın meselesi olunca, doğum kontrolü, kısırlık, sağlıklı bir hamilelik gibi çözümler merdiven altlarına, tecrübeli teyzelere, anneanne nasihatlerine kalmış. 18'inci yüzyıla kadar Batı’da da, ülkemizde de

gebelik süreci ve doğum, kadınların yaşadıkları yerde, evlerinde, ebeler, tecrübeli aile üyeleri, komşu yardımcı kadınlar eşliğinde gerçekleşen tamamen kadınlar dünyasına ait bir eylem olarak kabul edilmiş.

Konu doğurtmaktı ve bu işi de birilerinin kolaylaştırması, hem de kadın olması gerekliydi. Bunun için de kurumsal olmasa da kadınların becerilerini icra etmelerine izin verilen birkaç alandan biri de ‘ebelik’ti. Ebelik, nesilden nesile aktarılan bilgilerle, daha çok deneyime dayanan bir kadın mesleği olarak sürdü. Kadınların hemşirelik ve ebelik yapmalarına izin verilmekle birlikte, uzun yıllar bu işin eğitimini almaları engellendi. Ta ki tıp bilimi ilerleyip, doğum sırasında bazı çocuk ve anne ölümlerinin aslında engellenebilir olduğu, erkek doktorların toplumun üst tabakası dışında bir türlü bu alana nüfuz edemediği fark edilince, usta-çırak ilişkisi bu iş için yetersiz kaldı ve kadınların ebelik eğitimi almasına izin verildi. Tıp bilimi ve hemşirelik için yeterli görülmeyen kadınlar, kadınların doğum ve sağlık sorunları için yeterli idi, fazla abartmaya gerek yoktu. Binlerce yıldır şifacılık yapan bilge kadınlar, kurumlaşan tıp biliminde yasaklıydılar.

Osmanlı döneminde, ebelik önce sınavla alınan bir “ruhsat” a bağlandı.

Ancak birçok ebe sınava girmeden faaliyetine devam edince, bu sistem bırakıldı. 1827 yılında ordunun doktor ihtiyacı için kurulan ve sadece erkeklerin gidebildiği Mekteb-i Tıbbiye’de 1842-1843 yılında “Ebe Sınıfı” açıldı. İki yıl boyunca, haftada iki gün ve bir saatlik ebelik eğitimi başladı. Bu dersler için Fransa’dan iki kadın ebe, eğitimci olarak getirildi. 1845 yılında ilk “ebe” diplomaları alındı. Kadınların tıp eğitimi alabilmeleri için ise daha yarım yüzyıl beklenecekti. Havva’nın kızları acı çekerek doğurmakla görevlendirilmişlerdi. Her şey kitaba uygundu. Gebelik ve doğum, ancak 19'uncu yüzyıl sonlarına doğru medikal bir durum olarak değerlendirilmeye başlandı ve ebe kadınların yerini doktorlar almaya başladı. Doktorlar tabii ki erkekti ve yüzlerce yıl tamamen kadınlara ait bırakılan bu alan birdenbire erkeklerin oldu. Ancak yoğun savaş yıllarında, tamamen erkeklere ait olan ‘sağlık’ alanında, kadınların gönüllü çalışmaları da büyük bir ihtiyacı karşıladı. 1908 yılında hemşirelik eğitimine başlandı. Fark edildi ki özellikle ‘savaş zamanı’ kadınlar ‘hemşire’ olarak çok yararlıydı. Hilal’i Ahmer Cemiyeti –Kızılay, 1911 yılında altı aylık hastabakıcı-hemşirelik kursları açtı. Balkan, Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı'nda kursu bitiren kadın erkek gönüllüler omuz omuza savaş meydanlarında görev yaptı. Askeri hekimler, özellikle zor şartlarda çalışılan askeri hastanelerde hasta bakımının da hekimlik kadar önem taşıdığını fark etmiş, ortalık işlerine de bakan eğitimsiz erkek hademelerin bu işte yetersiz olduklarına kanaat getirmişlerdi. 1869 yılında Berlin’de uluslararası Kızılhaç Konferansında ���... Kızılhaç cemiyetleri kadın hasta bakıcı yetiştirmelidir” şeklinde bir karar alınmıştı. Ülkemizde hemşirelik/hasta bakıcılık mesleğini geliştirmeye büyük emek veren Dr. Besim Ömer’e göre de, “Kadın tabiatı yaradılıştan ‘anne’ olduğundan”, “...şefkat hissi, merhamet, sabır, sebat, yumuşaklık ve metanet erkeklerden çok kadınlarda tecelli etmiş.” olduğundan hastaya bakma işi de öncelikle bir ‘kadın mesleği’ idi. Zaten normal hayatta da ailedeki hastalara, yaşlılara bakanlar hep, anneler, teyzeler, kız kardeşler, yani kadınlar değil miydi? Ayrıca eğitimli erkek hastabakıcılar, eğitimli kadın hastabakıcılardan çok daha fazla ücret aldıkları için de erkek hastabakıcıların yerini kadınların alması hızlanmış, savaş ekonomisinde tasarruf olmuştu.** Savaş meydanlarını kana bulayan erkeklerin arkasını hem daha iyi hem de daha ucuza toparlamak nedeni ile de olsa, kadınlar, profesyonel olarak sağlık alanına ilk adımlarını atmış oldu. Hemşirelik, her ne kadar eril sistemin işine gelen her türlü kadın stereo tipleştirmesi ile beslenmiş olsa da kadınlar erkeklere ait sağlık dünyasına girmişti ve artık durdurmak zor olacaktı!

kadin-haklari-madin-haklari-838846-1.
Türkiye'nin ilk kadın doktoru Safiye Ali.

Ancak kadınların tıp eğitimi hala yasaklı alandı ama kadınlar ısrarlı idi. İlk defa 1915 yılında iki kadın, Suat ve Süeda Hanımlar, tıp eğitimi için Cenevre’ye gönderildi. Daha sonraki yıllarda da bu burslar devam etti. Nihayet 1917 yılında, Sıhhiye Meclis-i Umumisi “Osmanlı kadınlarının hekimlik yapmalarında bir sakınca olmadığı” na dair karar aldı. Muallim Mecmuası'nın 15'inci sayısında duyurulan karar üzerine üçü Türk olmak üzere sekiz kadın öğrenci okula başvurdu, ancak kabul edilmediler. Bu duruma karşı İstanbul Amerikan Kız Koleji Müdürü Dr. Mary Mills Patrick, kolej bünyesinde, zorluklarla da olsa bir tıp fakültesi açmayı başardı. 1919 yılında eğitime başlandığında hiç Türk kadın öğrenci yoktu ama ertesi yıl üç öğrenci Hamdiye Abdürrahim (Maral), Sabiha Süleyman (Sayın) ve bir sonraki yıl Seniha Fuat (Yazıcıoğlu) bu topraklarda tıp eğitimine başlayan ilk kadınlar oldu. Almanya'da tıp eğitimini tamamlamış olan Safiye Ali de burada ders verdi. Ancak 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat kanunu gereği Amerikan Kız Koleji Tıp Bölümü kapatılacaktı. Bu arada yerli eğitim camiasında; kadınların doktor olma istekleri, muhafazakar çevrelerce “iffet ve ahlaklarını” zedeleyeceği, zaten erkek hasta bakamayacakları, kadavra üzerinde çalışamayacakları, gibi nedenlerle ertelenmeye çalışılıyordu. Kadınların tıp eğitimine karşı çıkan çevrelerce yapılan baskı sonucu Sıhhiye Meclisi, bu kez de kadınların hekim olamayacağına dair bir mazbata çıkarttı. Ayrıca, doktor olsalar bile evlenince işlerini yapamayacakları için bu pahalı eğitimi, kadınlar için boşa israf etmiş olacaklardı. Ancak, Darülfünun Rektörü Dr. Besim Ömer Paşa’nın “kararlılığı” sonucu üç kadın öğrenci Müfide Küley, Sabiha Sayın, İffet Çağlar tıp fakültesinde okumaya başladı. Bu arada tıp eğitimi için yurt dışına ilk gönderilenlerden olan Safiye Ali de 1921 yılında Almanya’da mezun olmuş, kadın ve çocuk hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi için tekrar Almanya’ya gitmişti. 1923 yılında döndüğünde de Cumhuriyet’in ilk kadın doktoru olarak ‘icazetnamesini’ aldı ve eşi ile birlikte açtıkları muayenehanede hasta kabul etmeye başladı. Kadın ve çocuk sağlığı konusunda önemli işler yaptı. Safiye Ali aynı zamanda kadınların seçme ve seçilme hakları konusunda da aktif olarak çalışmıştı. Öte yandan, Tıp fakültesindeki üç olan kadın öğrenci sayısı, 1922 Kasım’ında arttı ve on kadın öğrenci eğitime başladı. On öğrencinin altısı 1928 yılında mezun oldu. Üçü eğitimi bıraktı, biri tüberküloz olup vefat etti***. İlk kadın doktorumuz ve ilk kadın tıp fakültesi öğretim üyemiz Safiye Ali, ülkemizdeki bir Tıp Fakültesi’nin ilk mezunları İffet Naim (Onur), Fatma Müfide, Kazım (Küley), Sabiha Süleyman (Sayın), Suat Rasim (Giz), Hamdiye Abdürrahim Maral (Rauf), Fitnat Celal (Taygun)’u ve tüm sağlık emekçisi kadınları bu salgın günlerinde saygı ve şükranla anıyoruz.

‘Kadın madın haklarımız...’ işte böyle emek emek, alındı. Cinsiyet ya da toplumsal cinsiyete dayalı ve her türlü ayrımcılığa karşıyız, tüm insanların tam eşitliği için, kesinlikle geri adım atmıyoruz!


*Knibiehler, Y. (2005) Vücutlar ve Yürekler. Duby, G., Perrot M., Fraisse G. (Ed.) Kadınların Tarihi Cilt IV. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür yay. (s. 317, 307-346).

**Sarı, N., Özaydın , Z. (Mayıs 1992) Doktor Besim Ömer Paşa ve Kadın Hasta bakıcı Eğitiminin Nedenleri (II) Sendrom, Mayıs 1992 s. 73-80.

http://kizilaytarih.org/makale-tez/mk008.pdf.

***Atıcı, E., Erer, S. (2009) Türk kadınlarının Tıp Eğitimine Başlama Süreci ve İstanbul Daülfünunu Tıp Fakültesi’nden Mezun Olan İlk Kadın Hekimler. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 35(2). s.107-111.

http://uludagtipdergisi.org/pdf/pdf_UTF_22.pdf (18.11.2013)