KONDA’nın paylaştığı verilere göre, kadına yönelik şiddet söylemleri 5 yıl içinde oldukça azaldı. Verilere ilişkin konuşan Doç. Dr. Fevziye Sayılan, "Kadın hareketinin karşısında güçlü bir konumda değiller" dedi.

Kadın mücadelesi şiddeti bitirecek

BİRGÜN KADIN

KONDA Araştırma Şirketi, Ağustos 20 Barometresi’nin sonuçlarını yayımladı. Araştırma sonuçlarına göre toplumun yalnızca yüzde 7’si İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını savunuyor. Araştırmanın bir diğer çarpıcı yanı ise kadına yönelik şiddet söylemlerinin 5 yıllık değişimi.

Buna göre 2015 yılında toplumun yüzde 80’i “Kadınların kıyafetlerine dikkat etmesi gerekiyor” derken bu oran 2020 yılında yüzde 32’ye düştü. “Erkek sever de döver de” diyenler yüzde 20’den yüzde 6’ya düşerken, ‘Namus’ için kanun dışına çıkabileceğini söyleyenlerin sayısı ise yüzde 45’ten yüzde 21’e düştü. 5 yıl içinde kadına yönelik şiddet söylemlerindeki bu azalma, hiç şüphesiz kadın mücadelesinin başarısı.

Doç. Dr. Fevziye Sayılan ile KONDA’nın araştırmasının sonuçlarını ve kadın hareketinin rolü üzerine konuştuk.

Türkiye'deki kadın hareketinin bu ilerlemedeki rolü nedir?

kadin-mucadelesi-siddeti-bitirecek-777160-1.KONDA’nın araştırması kadına yönelik bakış açısında olumlu yönde bir ilerleme olduğunun altını çiziyor evet. Bu ‘ilerleme’nin maddi süreçler kadar kadın hareketinin görünürlüğünün artmasının yanında cesareti ve siyasi basiretiyle de ilgili olduğunu düşünüyorum. Siyasal İslam sinsi bir strateji izledi dönüştürmeyi düşündüğü alanlarda. Kusurlu da olsa var olan parlamenter rejimi demokrasi söylemiyle nasıl sinsi adımlarla tek adam rejimine çevirdiyse kadınlarla ilgili karanlık gündemini 18 yıllık iktidarının ilk on yılında gizlemeyi başarmıştı. Dolayısıyla uzunca bir dönem toplumun önemli bir kesiminin aklını da karıştırmıştı. İslamcı siyasetin temel özelliğini anlayamayanlar, ki kadın hareketi içinde de bu eğilim bir hayli taraftar buluyordu. Hatta dönemin başbakanını kadın devrimi yapan lider diye anmaktan çekinmeyen feministler bile olmuştu. Ama artık takke düştü, her şey apaçık ortada. İstanbul Sözleşmesine yönelik itirazlar, eğitim sisteminin her kademesinde toplumsal cinsiyet eşitliğini buzdolabına kaldırma girişimleri siyasal İslam’ın en fanatik ve karanlık odaklarının söylemleriyle gündeme geliyor.

Kadınların kazanımlarını elinden almak, kadınların erkek egemenliği altında uysalca yaşamaya razı etmek istiyorlar. Kendi adına konuşan ve kendi ayakları üzerinde duran kadın imgesinden nefret ediyor bunlar. Elbette ne nesnel koşullar buna müsait, ne de kadınların önemli bir kesimini ortadan kaldırmadan, sesini kesmeden bunu yapmaları mümkün. Dolayısıyla şimdi aklı başında ve etrafta ne olup bittiğinden haberdar olabilecek konumdaki kadınlar görüyor bunu. Kadın hareketinin giderek bütün parçalarıyla birlikte duruma uyanması ve tepki vermesi de bu konudaki itirazı cesaretlendiriyor, büyütüyor. Kadınlar artık tehlikenin farkında. Susarsak, korkarsak, kaybedeceğimiz şeyin farkındayız diyen bir kadın kitlesi var ve bu giderek genişleme eğilimi gösteriyor.

Bu itiraz ve karşı koyuş kadınların ve giderek daha geniş toplumun bilincini yükseltiyor. Elbette bütün bunlar siyasal düzeyde derin bir biçimde yarılmış bir toplumda daha özel anlamlar da kazanıyor. İktidar saflarındaki kadınlardan da itirazlar yükseliyor. Özellikle giderek artan kadın cinayetleri ve bu konuda yargı ve siyasal iktidarın tutumu karşısında pek çok farklı kesimden kadının korku, endişe ve öfkesi siyasallaşıyor. Bu da feminist tepkiyi büyütüyor. Kadın hareketi bu özelliğiyle daha fazla bir siyasal hareket özelliği kazanıyor. Giderek sistemin baskıcı, otoriter ve özgürlük karşıtı yönelimine karşı önemli bir muhalefet odağı haline geliyor.

2000'li yılların başından itibaren kentleşmenin hızlanması ile birlikte kadının toplum içerisinde, eğitimde ve iş hayatında daha fazla yer alması, bu gelişimi sağlayan bir unsur mudur?

Elbette kapitalist genişleme ve yayılma kadınların da daha fazla çalışma hayatına katılmasını getirdi. Kadınlar daha görünür oldular. Evet, vurguladığınız bu süreçte Türkiye’nin kırları adeta boşaldı. Yeni metropoller oluştu, yeni yaşamlar, çalışma alanları, yeni tür toplumsal cinsiyet ilişkileri. Verili ilişki kalıplarını zorlayan ve değiştiren zorlu bir süreç. Araştırmanın işaret ettiği toplumsal cinsiyet rolleriyle, daha doğrusu kadınlarla ilgili kalıp yargılarda da (kadınlara yönelik şiddet algısı, giyim, hal, tavır konusunda) değişiminin önünü açtı bu süreç. Her ne kadar neoliberal dönem olarak adlandırdığımız bu dönemde kadın emeğinin niteliğinin ne yönde değiştiği ve geliştiği bir problem olsa da eski kırsal ataerkinin tahakkümündeki aile artık metropolde güvencesiz işlerde çalışan ya da geçimini nasıl sağladığı belirsiz işsiz kentli emekçi hanesine dönüştü. Bu ailedeki toplumsal cinsiyet rejimi de erkek egemenliğine dayansa da artık erkeklerin konumu eskisi kadar sağlam bir yerde değil. Şunu söylemek istiyorum maddi süreçlerin erkek egemenliğinin konumunu değiştiren özelliği her zaman kadını güçlendiren sonuçlara yol açmasa da, emekçi hanesindeki yüksek gerilimin dinamosunu oluşturdu. Dolayısıyla kadınların erkek merkezli bir hayatı itaat ve kabul düzeyinde artık eskisi gibi yaşamasının koşulları ortadan kalktı sanki.

Bu durumun emekçi hanesindeki şiddetle bir ilişkisi var gibi görünüyor. Daha savunmacı ve şiddet yanlısı bir erkeklik kültürü şekilleniyor. Kadınlar eskisi gibi yaşamak istemiyor. Erkekler ise değişime direniyor. Siyasal İslamcılar buna tutunmak istiyor gibi. Bu geniş kentli işsiz güçsüz erkek kitlesi manipülasyona da açık, nesnel olarak faşizmin de kitle tabanı olmaya müsait. Dolayısıyla kutuplaştırıcı, baskıcı ve kadın düşmanı söylemlerin bu grup içinde bir karşılığı var. Müslüman Türk aile değerleri söylemi her ne kadar bu grubun öfkesinin tamamını absorbe edemese de önemli bir taraftar bulduğu da ortada. Toplu ulaşım taşıtlarında ve şehir sokaklarında giyimleri ve tavırları üzerinden kadınları taciz edenler ve şiddet kullananlar daha çok bu gruplardan çıkıyor gibi görünüyor. Bunlar elbette evlerinde de şiddet kullanan ‘adamlar’ ve onların oğulları.

Araştırmanın ortaya koyduğu verilere göre toplumun her kesiminde, AKP seçmeni de dahil olmak üzere, İstanbul Sözleşmesi'nde kalınması eğilimi var. Buradan yola çıkarak, İstanbul Sözleşmesi üzerinden yaratılan kutuplaşmanın iktidar, havuz medyası ve dar bir gerici grup üzerinden tetiklendiğini ve bu kutuplaşmanın toplumsal bir karşılığı olmadığını söyleyebilir miyiz?

Bu sorunuza buradan devam edebiliriz. İstanbul Sözleşmesine ‘itirazın toplumsal karşılığının olmadığı’ tespiti biraz iddialı, yine de bir karşılığı var gibi. Dinci iktidarın kutuplaştırma siyasetinin önemli girişimlerin etkisi sınırlı ve geçici ama aile herkesin içinde yaşadığı minik kozmos. Buradaki olay herkesi ilgilendiriyor. Hele de bu büyük alt üst oluşta varlığını sürdürmekte zorlanan proleter aile ayakta kalmakta zorlanıyor. Toplumsal cinsiyet ilişkileri de dahil tüm ilişki kalıpları ve değerler değişime açılmış durumda. Biraz önce vurguladığım gibi büyük alt üst oluşun yerinden yurdundan edip yönsüzleştirdiği büyük nüfus grupları var. Bunlara eklenen savaş göçmenleri ve mülteciler de var, bunlar iç içe yaşayan gruplar ve geçim düzeyinde iktidarın inayetine ve tarikat ve dinci cemaatlerin ilişki ağlarına yakın durumdalar. Bir de siyasal İslamcıların dayandığı muhafazakar dindar bir kitle var. Aile bu grubun da önemli bir dayanağı, varoluş gerekçesi. Dolayısıyla iktidarın istediği oranda olmasa da, iktidar açısından aile üzerinden oynamanın bir karşılığı ve bir işlevi var. Kendi kitlesini konsolide etmek ve biraz da genişletmek istiyorlar. Ancak bu alanda söylemsel üstünlük kuramıyor iktidar. Çünkü salgınla birlikte daha yıkıcı hale gelen iktisadi krizin yol açtığı sorunlarla boğuşan bu aileler “Müslüman Türk Aile” değerlerini neyin tehdit ettiğini doğrudan yaşıyor. Bu noktada ideolojik aile savunusu bu kesim için biraz lüks kaçıyor, çünkü bu aile aç kalmak üzere. Aynı zamanda yanıltıcı liberal söylemlerin geri çekilmesiyle birlikte giderek toplumsal hafıza da canlanır gibi, kaybedilenin ne olduğuyla ilgili uyanış var, seküler ilişkiler ve laik toplumun ne olduğuyla ilgili popüler bilinç genişliyor. Bunun içinde kadınların karşıkoyuşu güçleniyor, kadınların cesareti artıyor.

Yukarıdakilerin bundan böyle işleri daha zor olacak. Siyasal İslam toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili resmi siyasal söylemi açıkça değiştirmeye yönelmesiyle birlikte açmaza girdi. İslami toplum hedefine ulaşmak yolunda kadınları eşitlik ve hak kulvarından atmaya ve kadının statüsünü ve rolünü geriletmeye yönelik eğitim, istihdam ve sosyal politikaları ile bu alanlarda atmak istedikleri her adım kadın ve toplumsal cinsiyet meselelerini politize ediyor. Feminist hareketin ve daha geniş kadın hareketinin gündemindeki eşitlik ve özgürlük sorunlarıyla ilgili siyasallaşma iktidar eliyle genişletiliyor. Dolayısıyla daha geniş toplum kesimlerinin gözünde siyasal islamın niyetinin deşifre olması şaşırtıcı değil. Araştırmanın sonuçlarından biri de bununla ilgili. Bu da AKP iktidarının açmazı işte. Türkiye toplumunun dinci gericiliğe karşı koyuşunun önlerinde kadınlar var. Önce onlar fark etti, yükselen tehlikenin mahiyetini ve tepki bugün artık daha da siyasallaşıyor. “Kadın cinayetleri siyasal cinayettir” diyen kadın hareketinin karşısında güçlü bir konumda değiller ve kaybedecekler.