Eski bir Kadir İnanır filminden, o meşhur replikle başlayalım...

Eski bir Kadir İnanır filminden, o meşhur replikle başlayalım; “bundan sonra çocuklarının anası, evinin kadını olacaksın!” Bu replik Kadir İnanır  ile özdeşleşmesine rağmen bir dönem Türk sinemasının da özeti gibi. Türlü felaketler nedeniyle “kötü yol”a düşmüş kadın, erkeğin  yüce gönüllülüğüyle “evinin kadınlığı” mertebesine çıkardı o yıllarda. Gerçi -di’li geçmiş zaman kalıbıyla gidiyoruz ama bu anlayış hâlâ çok yaygın. Geçen hafta İzmir’de bir kadına şiddet uygulayan polislerin, savunma olarak “ama konsomatristi” demesinden anlayabilirsiniz. Yani eğer konsomatris değil, evinin kadını, çocuklarının anası olsaydı dokunmazdık der gibi tıpkı. Endişe etmeyin, medya bu olaya duyarsız kaldı filan diye girişmeyeceğim. Zira “kadına şiddete” karşı çıkma ve teşhir etme söz konusu olunca kimse mangalda kül bırakmıyor neyse ki. Lafa gelince böyle de, kimi bilinçaltlarına yerleşik öyle bir anlayış var ki, belki de kadına şiddetin sebeplerinden biri. İşte bu haftaki Köşe Vuruşu’nda o anlayışı Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç ile örneklemek istiyorum.

KADINLAR PİYASAYA DÜŞMESİN

Ali Bulaç iki haftadır köşesinde “kadın” konusunu tartışıyor. İstanbul eski müftüsünün ve Diyanet İşleri Başkanı’nın kadınları ibadethanelere çağırmasını eleştirerek başlayan yazılar, kadının yerinin evi olduğunun altını çizer nitelikte gidiyor. Kadın erkek eşitliğini savunanları “şirretliği feminizm diline çevirmiş mütecaviz” kişiler olarak tanıtıyor örneğin. Hızını alamıyor belki de sırf polemik sevdasıyla yine kendi gazetesinin yazarı Etyen Mahcupyan’ı “o da böyle düşünür zaten” diye işin içine çekmeye çalışıyor. Bulaç daha ilk yazıda işi dış mihraklara havale ediyor. Zaten bu kadın erkek eşitliği ve kadınların işgücüne katılımı safsataları hep Batı merkezli formüle edilerek Müslüman toplumlara empoze ediliyor diyor. Bunun altında da bazı komplo teorileri arıyor. Kadının evden çıkmasını “piyasaya düşmek” diye tarif eden Bulaç, umarım bunun meşruiyeti din içerisinden sağlanmaz diyor. Bulaç ikinci yazısında iyice istatistiklere dalarak kadınların işgücüne katılımının yıllar içinde nasıl da arttığını panikle anlatıyor ve “yetmedi mi” diye soruyor?

EYVAH “EN AZ ÜÇ ÇOCUK NE OLACAK”?

Bulaç üçüncü yazıya “Seferbirlik” başlığını atarak, kadın-erkek eşitliğiyle ilgili uyarı ve olumlu gelişmeleri yine “aman Allah’ım neler oluyor?” diye neredeyse vahvahlanarak anlatmaya devam ediyor. Ancak yazının sonlarına doğru Bulaç’ın ağzındaki bakla çıkıyor. Çalışmak ve ekonomik özgürlüğünü elde etmek için evden bir kere çıkan kadın, ya doğurmak için evine dönmezse? Bulaç Avrupa’daki eksi nüfus artışını kadınların iş hayatına yoğun katılımına bağlarken, işte “Türkiye’yi de bu hale getirmeye çalışıyorlar” diye bağlıyor işi. Bizimkiler de bu büyük oyunu yutuyor minvalli yazılarla, tıpkı 28 Şubat günlerindeki bir Emin Çölaşan gibi uyarıyor devletini. Çölaşan nasıl “Türkiye İran olmasın” diye orduyu göreve çağırıyorsa, Bulaç da “en az üç çocuk filan güme gidecek, aman şu kadın erkek eşitliği masalına inanmayın” diyerek uyarıyor büyüklerini.

KADIN TÜPTEN ÇIKAN MACUN GİBİDİR

Ali Bulaç artık nasıl dertlendiyse kadınların iş hayatına katılmasını meselesini bir türlü bitirmiyor. Dördüncü yazıda kadının iki ayağıyla birden evinin dışına çıktığı anda bir sömürü nesnesi haline geleceğini, bir ayağının hep evde olması gerektiğini belirtiyor. Bunu İslam tasavvurunda “kadın pergel gibidir” diyerek de örnekliyor. Örnek vermeyi pek sevmiş olacak ki, “kadın tüpten çıkan macun gibidir bir çıktı mı eve dönmez” diyerek kadını birşeylere benzetmekten kendini alamıyor. İyice kendinden geçerek “zaten kadın evden çıkınca özgürleşmiyor ki, yine çoğu erkek patronların emrine giriyor” gibisinden muhteşem fikirlerle tezini kanıtlamaya çalışıyor. Artık burada ne imâ etmeye çalışıyor onun yorumunu okura bırakıyorum.

ALİ YAZAR, VELİ BOZAR
Şimdi bir anlığına 28 Şubat ve öncesine gidelim, şu anda iktidarda olanlar, türban veya başörtüsü yasağının kadını eve hapsettiğini savunarak siyaset yapıyor, o dönemki statüko ise bunların birer siyasal simge olduğunu ve Türkiye’ye şeriat getirilmeye çalışıldığını iddia ediyordu. Balans ayarı, postmodern darbe, internet andıcı, Anayasa mahkemesi derken o günün mağdurları bugünün iktidarı oldu.. Sırf örtülü diye eve hapsedilmeye çalışılan kadınlar özgürlüklerini kazandı. Gelinen noktada artık nasıl bir statüko bekleniyorsa sanırım onu da Ali Bulaç tüpten çıkardı. Evet “kadına şiddet” önemli bir sorundur. Ama bir kadına şiddeti meşrulaşturabilecek bu bakış, yani bilinçaltında yatan bu kadın-erkek eşit değildir anlayışı ondan çok daha önemlidir. Sırf şu yazıda verdiğim örnekler bile insanı dehşete düşürmeye yeter. Feminizmi şirretlik, kadını pergel yahut tüpteki macun olarak gören anlayış, sizce kadına şiddete ne kadar mesafe alabilir? Ali Bulaç’ın yazıyla ve şiddete başvurmadan ifade etmeye çalıştığını maalesef karakoldaki polis yahut eve dönünce sıcak yemeğini tabakta görmeyen koca farklı şekilde ifade edebilir. Pekâlâ tüpten çıkan macunu içine geriye sokmaya çalışıyorduk diye kendilerini savunabilirler. Çoğunun evinde “pergel” olmakla beraber, herkesin elinde kalem yok nitekim; Ali yazar, Veli bozar, tüp macunu sıkar azar azar...