Sinema dünyasında kadın yönetmenlerin, yazarların, kamera arkası çalışanlarının sayısı hızla artarken, Cannes, Venedik, Berlin gibi dünyanın önde gelen festivallerinde kadınlar önemli ödüller kazanıyor.

Kadın ve kamera

Me Too / Ben de hareketi yaygınlaşana kadar sinemada kadın imgesi belirli klişelerin ötesine geçmiyordu. Neydi o klişeler? Kadın ya ‘femme-fatale’ yani yuva yıkan cinsinden tehlikeli bir yaratıktı, ya da gözü kocasından başkasını görmeyen bir melek, bir ‘ev kadını’… Tabi, değişen dünya düzeni, kadının konumunu radikal biçimde değiştirirken, çalışan kadın imgesi de ister istemez beyaz perdeye yansıdı. Çalışan kadınla birlikte ‘stereotip’ler çeşitlenmeye başladı. Çalışma hayatında başarı kazanmış kadınların öyküleri de anlatılabiliyordu artık. Kimi, iş hayatı ile ev hayatını dengede tutmayı başarıyor, kimi ‘yolunu’ şaşırabiliyordu!


Hollywood’un kadın kahramanlarından etkilenen öteki sinemalarda da üç aşağı beş yukarı benzer tiplemeler yaratıldı. ‘Yeni Dalga’ ve ‘auteur’ sinemasının etkileri Fransa’dan diğer kıyılara vurana dek, sinemada kadın, erkek kahramanın gölgesinden kurtulamadı. Pek çok ülke sinemasında olduğu gibi, bizim sinemamızda da durum farksızdı. Yalnızca filmlerde mi? Çalışma hayatında da kadın arka plandaydı. Sinema sektöründe cinsiyet eşitliği kavramının tartışılmaya başlaması için uzun yıllar beklemek gerekecekti.

KADINLAR I-IH DERSE

Oysa, antik Yunan’dan bu yana tiyatroda başkaldıran kadın imgesi sıkça yer alıyordu. Aristofanes, dilimize “Kadınlar I-ıh Derse” adıyla çevrilen “Lysistrata”da barışın kadın direnişi sayesinde kazanılmasını anlatıyor, Sofokles “Antigone”de kadının özgürlük arayışını ve direncini dile getiriyordu. Sinemada ise, başkaldıran kadınlara pek iyi gözle bakılmadı. İlk istisnalardan biri, Danimarkalı yönetmen Carl Dreyer’in 1928 yılında çektiği “Jeanne d’Arc’ın Tutkusu” olsa gerek.

Fransız sinemasının 60’lı yıllarında Agnes Varda’nın “Mutluluk”u kadın imgesinin değişimini muştuluyordu. Yeni Dalga akımının ABD kıyılarına ulaşması gecikmedi. Arthur Penn’in “Bonnie and Clyde”ında kadın ve erkeğin birlikte başkaldırısına tanık olduk. Sosyalist ülke sinemalarında cesur ve yetenekli kadın sinemacılar birbirinden önemli filmlere imza atıyordu. Çekoslovakya’da Vera Chytilova, Macaristan’da Marta Meszaros, Polonya’da Agnieszka Holland, Barbara Sass, Rusya’da Larissa Schepitko gibi büyük yönetmenler dünya festivallerinde önemli ödüller kazanıyordu. Fransa’da Claire Denis, Catherine Breillat gibi yönetmenler kadın özgürlüğünü savunan filmler yaparken, İtalya’da Marksist bir kadın yönetmen, Lina Wertmüller işçi sınıfının sorunlarını beyaz perdeye taşıyordu.

Ne var ki, gerek Hollywood’da, gerekse dünyanın diğer sinemalarında erkekler, yapımcılık, yönetmenlik, görüntü yönetmenliği gibi görevlerin ‘erkek işi’ olduğuna inanıyor, sektör içinde kadınların yükselmesine kapıyı aralamıyordu. Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesinin hayata geçirilmesinin epey bir zaman alacağı anlaşılıyordu. Ne var ki, sosyal medyanın etkisiyle toplumsal cinsiyet eşitliği alanında hızlı kazanımlar art arda gelmeye başladı. Bunun beyaz perdeye yansıması da gecikmeyecek anlaşılan.

ALTIN ASLAN’DAN ALTIN PALMİYE’YE

Festivaller bu değişimin bir göstergesi. 2021 yılı içinde uluslararası festivallerde yarışmaya seçilen yönetmenler arasında cinsiyet eşitliği sağlanamasa da, kadın yönetmenlerin oranı hiç fena değil. Belgeselde bu oran biraz daha fazla (%41), kurmaca filmlerde ise %37. Belgesellerde kadın yazarlar toplam içinde %37’yi oluşturuyor; kurmacada %35. Venedik Film Festivali’nin büyük ödülü olan ‘Altın Aslan’ı bugüne dek 6 kadın kazandı: Margarethe von Trotta, Agnés Varda, Mira Nair, Sophia Coppola, Chloé Zhao (2020’de “Nomadland”ile) ve Audrey Diwan (2021’de “Kürtaj / L’Evénement” ile). 2021’in En İyi Yönetmeni de gene bir kadın: “The Power of the Dog” ile Yeni Zelandalı Jane Campion.

Geçen yıla dek yalnızca bir kez bir kadın yönetmenin (1992’de “Piyano” ile Jane Campion’un) Altın Palmiye kazandığı Cannes Festivali de geçen yıl kadın yönetmenlerin zaferi ile sonuçlandı. Fransız sinemasının genç yönetmenlerinden Julia Ducournau “Titane” filmi ile Altın Palmiye’yi kazanırken, ‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’nün ödülünü (“Murina” adlı filmiyle) Hırvat yönetmen Antoneta Alamat Kusijanovic, ‘Belirli Bir Bakış’ ödülünü (“Yumrukları Sıkmamak” adlı filmiyle) Rus yönetmen Kira Kovalenko aldı.

Berlin Film Festivali de, Cannes ve Venedik’ten geri kalmıyor. 2021’de Maria Speth (“Bay Bachmann ve Sınıfı” ile) Gümüş Ayı’nın sahibi olmuştu. 2022’de ise Altın Ayı Katalan kadın yönetmen Carla Simon’un “Alcarras” adlı filminin oldu. En İyi Senaryo ödülü de ”Rabia Kurnaz George W. Bush’a Karşı” filmiyle Alman yazar Laila Stieler’e verildi.

OSCAR’DA İDDİALI KADINLAR

Oscar’lar bu konuda geriden geliyor. Önceki yıllarda En İyi Yönetmen dalında aday yapılan Lina Wertmüller, Jane Campion, Sofia Coppola, Greta Gerwig gibi usta yönetmenlere Oscar verilmemiş, yalnızca bir kez, 2010 yılında “Ölümcül Tuzak / The Hurt Locker” filmiyle Kathryn Bigelow Oscar kazanmıştı. 2020’de En İyi Yönetmen dalındaki beş aday arasında iki kadının yer alması (Chloé Zhao ve Emerald Fennell) olumlu bir gelişmeydi. Bu yıl Oscar’larda daha fazla sayıda kadının adı geçiyor. Hatta, En İyi Film Oscar’ının favorisi olarak görülen filmin yönetmeni de bir kadın: “The Power of the Dog”la ikinci Oscar’ını almaya hazırlanan Jane Campion. Venedik’te Campion’la yarışıp, En İyi Senaryo ödülünü kazanan Amerikalı oyuncu-yönetmen Maggie Gyllenhaal “Karanlık Kız / The Lost Daughter” filmiyle iki dalda Oscar’a aday. Sian Heder’in CODA’sının (aralarında En İyi Film ve Uyarlama Senaryo dallarının da bulunduğu) dört adaylığı var. Dünyanın farklı köşelerindeki sinemalarda da olumlu gelişmeler var. En İyi Uluslararası Film dalına aday gösteren 93 ülkeden 21’inin filmleri kadın yönetmenlerin imzasını taşıyordu.

Hollywood’un son birkaç yılının yapımları arasında kadın yönetmenlerin imzasını taşıyan başkaca filmler de var: Regina King’in “Miami’de Bir Gece”, Liesl Tommy’nin “Respect”, Rebecca Hall’un “Passing” gibi… Bizim sinemamıza gelince, kadın yönetmenlerin yaptığı ve son iki yılda festivallerde ödüller kazanmış iki yapım var: Nisan Dağ’ın “Bir Nefes Daha” ve Nazlı Elif Durlu’nun “Zuhal” adlı filmleri. Sinema sektörümüzün kadın yönetmenlere fazlaca şans tanımadığı sonucunu çıkarabilir miyiz bundan, bilmiyorum. Ama bildiğim bir gerçek var; hepsi de çok başarılı filmlere imza atmış, 30’a yakın kadın yönetmenimiz var, yalnızca uzun metraj alanında. Belgesel ve kısa metrajda ise bu sayı çok daha fazla. İzmir’de devam eden ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde sonlanacak olan ‘5. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’ni izleme şansınız varsa, bu filmlerden birkaçını izleyebilirsiniz. Dilerseniz, festivalden ve sinemamızın başarılı kadınlarından haftaya söz ederiz… Sonra, Oscar’lar yaklaşıyor. Bakarsınız, Oscar amca da bir kadına gider…