"Kadın yazarların çeşitliliğine her zamankinden çok ihtiyacımız var"

Türkiye’nin ilk “Kadın Yazısı” festivali 6-8 Mart tarihleri arasında yapıldı. Yazın alanının kadınları bir araya geldi ve hem yazın dünyasındaki kadın temsilini, hem kendi yazın ve yaşam deneyimlerini hem de temel sorunlarını tartıştılar. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin işbirliğiyle düzenlenen buluşmanın ortaklarından biri de İsveç Başkonsolosluğu’ydu. Bu nedenle İstanbul’da düzenlenen festivalin yabancı konukları da vardı. Ayrıca atölye çalışmaları yapıldı, sanat performansları sergilendi.

MSGSÜ Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi’nden Seran Demiral, Sevcan Tiftik, Sevdagül Kasap, Sibel Yardımcı; İsveç Başkonsolosluğu Kültür Ataşesi Suzi Erşahin ve yazar Simla Sunay, Kültür Servisi'nden Aslı Uluşahin'insorularınıyanıtladı.

"Sizce kadın yazını adına, sadece bu alana özel bir buluşma yapmak neden gerekliydi?" sorusunu Sibel Yardımcı, "Toplumsal kutuplaşmanın gittikçe derinleştiği bu dünyada, kadın edebiyatına, kadın yazarların (bu kategoriyi nasıl algılarsak algılayalım) sınırsız çeşitliliğini yansıtan bir biçimde odaklanmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var" diyerek projenin amaçlarını şöyle anlattı:

"Türkiye ve İsveç’teki ‘kadın’ yazarların geçmişten günümüze uzanan sınırsız yaratıcılığını ve çeşitliliğini kutlamaktı. Aynı zamanda her iki ülkenin tanınmış veya adı yeni duyulmakta olan yazarlarını teşvik etmeyi, bu sıra dışı yetenekleri tanıtmak için nadir bulunan bir fırsat sağlamayı ve Türkiyeli okurların çağdaş İsveç edebiyatını daha yakından tanımalarını, daha iyi anlamalarını da amaçladık. Bu bağlamda kadınlara karşı ayrımcılığa ilişkin tartışmaların yapılabileceği bir forum oluşturmak ve bir yandan da ifade özgürlüğünü güçlendiren bir zemin yaratmayı da amaçladık."

Röportajın tamamı şöyle:

En başta festivalin içerini hatırlayalım mı?

Sevcan Tiftik – Sevdagül Kasap: Festivalde öyküden şiire, şiirden romana hatta grafik romana, performanslara, edebiyat tarihindeki yazan kadınlara değinilirken; yüze yakın katılımcı, dinleyicilerin de sorularıyla birlikte yazıyı, dili, toplumsal cinsiyeti, cinsiyetlendirmeyi, tahakküm mekanizmalarını yayın ve akademi gibi dinamikler içerisinde ele aldı.

Festivalin açılış oturumunda, hakkında pek fazla bilgiye sahip olmadığımız İsveç feminizm tarihi paralelindeki çağdaş İsveç yazınına dair Hanna Hallgren’in sunumu, İsveç’teki “kadın” yazarların çeşitliliğiyle edebiyat tarihine giriş niteliğindeydi. Ertesi gün Senem Timuroğlu’nun Suat Derviş Edebiyatı oturumunda feminizm üzerine söyledikleri Hanna Hallgren’in dikkat çektikleriyle örtüşürken Suat Derviş edebiyatı hakkında söylenebilecek yeni şeylerin olması, edebiyat tarihindeki kadın yazarların izgesini gösterdi. Böylece edebiyattaki kadın yazısının feminizmin tarihsel süreçleriyle birlikte konuşulmasının önemi sergilendi.

Kadın Yazısı’nda onbir panel, yedi okuma söyleşi, iki yuvarlak masa, üç forum, üç atölye, bir yürüyüş, üç performans ve bir sergi, beş farklı mekânda gerçekleşti. Etkinlikler Fındıklı’dan Balat’a, Beyoğlu’na ve Bomonti’ye uzanırken, yemek ve çay molalarına Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nın lezzetleri eşlik etti. İki ülkedeki “kadın” yazarların geçmişten günümüze uzanan sınırsız yaratıcılığını ve çeşitliliğini kutlama, festivalin ana hedefiydi. Ayrıca hem tanınmış hem de adı yeni duyulmuş yazar ve şairleri bir araya getirmek, çağdaş İsveç edebiyatının Türkiye’de kısmen de olsa tanınmasını sağlamak, katılımcı ve dinleyici etkileşiminde karşılıklı tartışmalar sürdürmek ve üstü örtülen pek çok konu hakkında bir şeyler söylemeye alan yaratmak Kadın Yazısı’nın amaçları arasındaydı. Festival süresince bunların büyük ölçüde gerçekleştiğini hissederken, festival sonrasındaki dönüşler de amaçlarımızın gerçekleştiği yönündeki inancı artırdı.

Kadın Yazısı Festivali etrafında toplanan katılımcıların deneyim, birikim ve fikirleriyle bir mücadele alanı olarak edebiyatın kadınlıkla birlikte sıkıştırıldığı o kategorilerin içine sığmadığının altı çizildi. Toplumsal cinsiyet üretimi ve rollerin edebiyat içindeki dönüşümü farklı türler ve biçimler üzerinden ele alındı.

İfade özgürlüğünü güçlendiren bir zemin

Sizce kadın yazını adına, sadece bu alana özel bir buluşma yapmak neden gerekliydi?

Sibel Yardımcı: Margaret Atwood şöyle der: “Hiçbir kadın yazar sırf kadın olduğu için göz ardı edilmek ve değersiz görülmek istemez; fakat pek azı yalnızca toplumsal cinsiyetiyle tanımlanmak ya da bu cinsiyete olan bağlılığıyla kısıtlanmak ister.” Öte yandan, kadın yazarların kısıtlı kamusal görünürlüğü ve kadın yazarlara basmakalıp roller atfedilmesi, hem İsveç’te hem de Türkiye’de süregelen bir meseledir. Edebiyat kadın ve erkek yazarların eşit konumlara eriştiği bir alan olsa da; kadınların yazdıkları yine de sıkça değersiz görülmekte, bu şekilde sınıflandırılmakta ya da önemsizleştirilmektedir. Toplumsal kutuplaşmanın gittikçe derinleştiği bu dünyada, kadın edebiyatına, kadın yazarların (bu kategoriyi nasıl algılarsak algılayalım) sınırsız çeşitliliğini yansıtan bir biçimde odaklanmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var.

Bu ilk adım, İstanbul İsveç Başkonsolosluğu’nun MSGSÜ Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi işbirliğiyle başlattığı, uzun vadede yıllık bir etkinliğe ve çok yönlü bir işbirliğine dönüşmesi, kadın yazarlarla sınırlar ötesi bir ağ oluşturması amaçlanan bir girişimdi.

Ana hedefimiz, Türkiye ve İsveç’teki ‘kadın’ yazarların geçmişten günümüze uzanan sınırsız yaratıcılığını ve çeşitliliğini kutlamaktı. Aynı zamanda her iki ülkenin tanınmış veya adı yeni duyulmakta olan yazarlarını teşvik etmeyi, bu sıra dışı yetenekleri tanıtmak için nadir bulunan bir fırsat sağlamayı ve Türkiyeli okurların çağdaş İsveç edebiyatını daha yakından tanımalarını, daha iyi anlamalarını da amaçladık. Bu bağlamda kadınlara karşı ayrımcılığa ilişkin tartışmaların yapılabileceği bir forum oluşturmak ve bir yandan da ifade özgürlüğünü güçlendiren bir zemin yaratmayı da amaçladık.

Kadın yazar ya da yazar olmak

Şimdi festival sonunda değerlendirirsek, yapılan etkinliklerle, bu temel meseleye / soruya nasıl yanıtlar bulundu? Buluşmalar sırasında bunun da temelde bir ayrışmayı beraberinde getirdiği yönünde eleştiriler aldınız mı?

Simla Sunay: Kadın yazını ile kadın yazısını ayırmamız gerekiyor öncelikle. Kadın yazını ayrımcılığa daha açık bir kavram, edebiyata bir cinsiyet atfetmek, ayrımcılıktan mustaripken yeni bir ayrımcılığa olanak tanımak istemiyoruz. Biz bu yüzden Kadın Yazısı başlığı altında, kadınlar tarafından üretilmiş yazıyı bizzat bu üreticilerin kendi ağızlarından dinlemek istedik. Kürsüler onlara açılsın… Edebiyat zamana tanıklık ediyorsa, kadın hareketi nasıl varsa, kadın hakları nasıl ki eksikliyse bunun edebiyata yansımaması düşünülemez. Bu bir gerçeklik. Bu gerçekliliğin içinde edebiyat nasıl şekilleniyor, bir tanıklık sunabiliyor mu, dile nasıl yansıyor, erkek merkezli dili kadın nasıl dönüştürüyor, cinsiyetsiz bir dili hangi hamlelerle arıyor, arıyor mu bunları tartışmak istedik.

Kadın yazısına özel bir ayrışma var mı sorusuna, bu sorudan çok yorgun düşmüş olduklarını anladığımız kadın yazarlarımızdan, kadın yazını yoktur diyenlerden bile yanıt geldi. Kendini kadın yazar olarak değil yazar olarak tanımlayan Oya Baydar bile, kadınlar kadınları da erkekleri de iyi anlatıyor ama erkekler kadınları o kadar iyi anlatamıyor, dedi. Kadınların öyküde daha başarılı ama roman kurgusunda mühendislik becerileri gelişmiş olmadığı için öyküye oranla daha geri olduklarını söyledi. Kadın yazarların daha çok duyu ile kalemi ellerine aldıklarını ifade etti. Konuşmacıların hemen hepsi dilin eril olduğunu, kadınların bu eril dilde yazarken daha en başta zorlu bir mücadeleye girdiklerini söylediler.

Türkiyeli kadın yazarların kadın yazar olarak ötelenmelerinden, bireysel edebiyatlarına hep kadın oluşları üzerinden yaklaşılmasından bitkin düştüklerini fark ettik. Bu bitkinlik yeni bir tartışma doğuruyor. Bu bağlamda, tam olarak iki farklı tanımlamadan söz edebiliriz. Kendine kadın yazar diyenler ve kendine yazar diyenler. Bazı akademik sunumlarsa ortaya koydu ki kadın yazısı kurgusal, biçimsel ve içeriksel anlamda farklı ve cinsiyete özgü birtakım ortaklıklar taşıyabiliyor. Örneğin, Sevim Burak, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal’da gördüğümüz; dilsel deneyler, yazım kurallarına baş kaldırma, parçalı anlatım, bilinçli dağınık kurgu, başkalaşan ve sürekli dönüşmek isteyen karakterler, ataerkil simgeleri yıkmak için şeye şey deme eylemindeki anlatım, yeni sözcük türetimleri, doğayı işleyiş biçimleri sayılabilir.

Benim festivalin sonunda edindiğim gözlemse, kadın yazarların kadın sorunları kadar toplumsal meselelerin tümüne de çok duyarlı oldukları ve bunun sonucunda, panoramik bir bakışın içinde kadınlık meselesini görmezden gelmedikleri gibi yazı üretimlerinde kendi cinsiyetlerine takılı kalmadıkları, ikili cinsiyet sisteminden taşan karakterleri de pekâlâ yazmış ve yazıyor oldukları yönünde. Feminizmin sosyalizm veya ekoloji gibi pek çok kavrama eklemlenerek, bir canlı organizma gibi, insana ve doğaya dair ne haksızlık varsa onunla bütünleşerek direnişi asla tek bir odakta bırakmaması da buna paralel kanımca. Dolayısıyla kadın yazar olmanın bütün haksızlıklara gözlerini açmak gibi ortak bir eylemi var ve bu erkek edebiyattan kolayca ayrışabiliyor.

cins.jpeg

‘Coğrafya dili belirliyor’

Yurtdışından konuklarınız vard�� ve onlar sunumlarıyla ayrı pencereler açtılar. Sorunlarımız ne kadar evrensel? Buraya ilişkin temel sorunlarımız neler olarak görülüyor?

Seran Demiral: İsveçli konuklarımız arasında Marjaneh Bakhtiari, İran kökenli bir yazar oluşuyla bizim için özellikle dikkat çeken bir isimdi. Henüz çocuk yaştayken ailesiyle İsveç’e göç etmiş olan Bakhtiari, kendisini iki dilli tanımlayıp her iki ülkeye ait hissettiğini belirtse de, İsveç’te yetişmiş ve İsveççe yazan bir yazar. Katılmış olduğu forum formatındaki etkinliğin başlığı “Peki kendine ait odanın dışında neler oluyor?” idi ve bu forumda Ayşe Düzkan ile birlikte kadın yazınının yaşanılan coğrafya, bu coğrafyadaki politik atmosferin yazılan metinlere etkisi gibi konular çerçevesinde bir tartışma açtılar.

Genellikle aileler, aile ilişkilerini kaleme alan yazar, son romanında İranlı kadınların yaşamına değindiğini ancak anlattığı hikâyenin İsveççe dilinde İsveçli kadınlara ne kadar temas ettiğini, Ortadoğu arkaplanına yaslanan ve gerçeklikten beslenen bir kurgunun Kuzey Avrupalı bir yaşamın içinde var olan bireyler tarafından nasıl yorumlandığını kestiremediğinden bahsetti. Dolayısıyla farklı coğrafya ve kültürlerin ürettiğimiz edebiyat eserleri üzerindeki etkisi; bu eserleri oluştururken maruz kaldığımız politik ve sosyal gündemler ve ürettiklerimizin gündelik yaşamımıza yeniden nasıl tezahür ettiği konusundaki ayrımlar üzerinde durduk.

Bilhassa Düzkan’ın Türkiyeli feministlerin “işveli, cilveli olma” gerekçesiyle tacize maruz kaldıkları birtakım olayları Avrupalı feministlere açıklamaya çalışırken “işve”nin karşılığını bulamadıklarından bahsetmesinden hareketle, aslında dilin nasıl yetersiz kaldığı, dahası, dilin tamamıyla kültür ve coğrafyadan türeyip, yaşam biçimlerimizi değiştirmedikçe dilde yenilik yapmamızın imkansız olduğu meselelerini yeniden ele almış olduk.

Öte yandan, konu içinde bulunduğumuz sansür ve zaman zaman uygulamak durumunda kaldığımız, çoğu defa ise fark etmeden yaptığımız oto-sansür meselesine geldiğindeyse, sınırlar ve dillerden bağımsız ortaklaştığımız sorunlar olduğunu, yazık ki gördük.

Akabinde bir başka oturumda çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine yaptığımız tartışmalarda İsveçli konuklarımızdan Sassa Buregren, yine bize bulunduğu konumda hâlâ çeşitli alanlarda ve başka biçimlerde mücadeleyi sürdürmeleri gereğinden bahsetti. Çocuk edebiyatı eserlerinde işlenmeye çalışılan kimi konuların İsveç gibi bize kıyasla ileri adımlar atmış toplumlarda dahi “sakıncalı” görüldüğünü ve sınırları aşmak için yaratmak zorunda olduğumuz yöntemlerin bütün toplumlarda geçerli ve gerekli olduğunun altını çizdi.

Özetle, hemen her sohbetimizde, İsveçliler Türkiye’deki üretim süreçleriyle aralarındaki benzerliği yeniden öğrenip üzerine fikir üretirken, bizler kendi yaşadığımız coğrafya dışında da “özgürlüklerin sınırsızlığı” yanılsamasıyla yeniden yüzleştik. Keza kadınların dili kendilerine ait yorumlamalarıyla, farklı biçimleriyle yeniden yorumlaması gerekliliği ve bilhassa sansür mekanizmaları karşısında başka alternatifler üretmemiz meselesinin evrenselliği açıkça ortaya çıktı, diyebiliriz.

Açılış günü Hanna Halgren’in İsveç edebiyatının tarihsel seyrini feminist hareketlerin tarihiyle paralel anlatışı yine aslında tarihsel olarak aynı sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu ve üretilen edebiyat eserlerindeki dönemsel benzerlikleri gözler önüne seren bir sunum niteliğindeydi. Sadece edebiyat değil, kadın sanatının diğer alanlarında da feminist hareketin belirleyici etkisini, grafik roman sanatçısı Karolina Bang’ın sunumuyla deneyimledik. İsveçli kadın çizerlerin oluşturduğu oluşum, ürettikleri eserler bağlamında yaptığı sunumuyla bizi bilgilendiren Bang, aslında kadın sanatçıların birlikteliğiyle, bir arada üretmeleri ve kolektif bilincin yeniliklere kapı açma olanağıyla sanatsal özgürleşme imkanına değindi bir ölçüde.

Annelik, hamilelik, doğurganlık gibi meselelere bilimkurgu türü özelinde tekrar değindiğimizde ise, Jessica Schiefauer neden bilimkurguya yöneldiği sorusunu açıklığa kavuştururken, kendi hamilelik deneyiminden ve kadınlarla erkekler arası eşitliğin imkânı açısından alternatif edebiyat türlerinin öneminden bahsetti. 1970’lerden bugüne süregelen toplumsal cinsiyet tartışmalarının, 2000 sonrası dünyada farklı konu ve kavramlarla ele alındığında dahi hala nasıl ortaklaştığını aslında bedenlerimiz, cinsiyetlerimiz ve cinselliğimiz üzerinden tekrar okuma fırsatımız oldu böylece. Türkiye ve İsveç’te edebiyat, şiir, görsel sanatlar gibi alanlarda sahip olunan deneyimin karşılıklı olarak ele alınıp tartışılması, kadının toplumlardaki konumuna dair sürdürülmesi gerekli olan mücadelenin ortaklığı ve bilhassa sansüre karşı alınacak tavır ve yaratılacak alternatifler açısından son derece kıymetliydi. Bizim öngördüğümüz ve tartışmaya değer bulduğumuz konuların İsveç özelinde karşılığı olduğunu görmemiz, yaptığımız etkinliğin uluslararası boyutunun anlamını ortaya koydu. Dileriz ki, daha farklı olduğu düşünülen ülkelerle kurulacak yeni işbirlikleri, sorunlarımızı yeniden tartışma ve çözüm arayışımızda bize yeni olanaklar sunar.

‘Türkiyeli yazarların sınırlamaları var’

Yurtdışından gelen konuklar nasıl duygularla ayrıldılar? Buraya ilişkin izlenimleri nedir?

Suzi Erşahin: Farklı ülkelerden sanatçılar, yazarlar bir araya toplandıklarında daima karşılıklı bir ilgi ve daha fazlasına talep oluşur. İsveçli yazarların Kadın Yazısı programına katılmaktan ziyadesiyle memnun olduklarını söyleyebilirim. Onlar açısından, kadın yazarların önemini vurgulayarak, onları odağa koyarak festivali bir bütün olarak desteklemek önemli bir tutumdu. Hiçbiri yalnızca kadın yazarların bulunmasını bir sorun olarak görmedi, aksine birbirlerini desteklemeleri çok sahici izlenim ve ilgi yarattı.

İsveçli yazarlar için yeni Türk yazarlarla buluşmak ve ayrıca çeviri meselesinin önemi ve çevirmenler olmaksızın bir boşluk, bir uçurum oluşacağı idraki, elbette ilginç oldu. Sanırım hepsi yeniden davet edilmekten, Türk yazarlarla daha yakın ilişkiler kurmaktan ve okumalar yapmaktan memnuniyet duyacaktır, kimileri açısından bu karşılaşma biraz fazla kısa olmuş olabilir.

Bazı İsveçli yazarlar bazı Türk yazarlarla biraz daha derinlikli görüşmeler yapma olanağı buldu ki bu da daha verimli sonuçlar doğurdu. Ayrıca güvenlik, destek ve özgürlük meseleleri gibi kimi konulardaki tartışmaların, tıpkı toplumlarımızın farklı olması gibi farklı olduğu anlaşıldı. İsveçli grubun herhangi bir mesele hakkında yazmak konusunda hakikaten herhangi bir sıkıntısı yokken, Türkiye’de yazarlar için yazılacak meseleler anlamında daha fazla sınırlamalar olduğunu anladılar. Ayrıca, bu tür buluşmaların birbirlerinin hikâyelerini birbirlerinin ülkelerini yaratıcı bir biçimde anlamak konusundaki eksiklikleri gidermekte ne denli önemli olduğunu vurguladılar, bunu kitaplar aracılığıyla yaparsınız, fakat bu tür festivaller insanları birbirine yaklaştıran sohbetlere imkân veriyor. Ve elbette atölye çalışmalarıyla bu daha da netleşti. İstanbul’daki İsveç Araştırma Enstitüsü’yle işbirliği halinde İsveçli yazarlar için Türkiye’de zaman geçirmelerine ve çalışmalarına olanak veren yeni çalışma imkânları oluşturulmasıyla, İsveçli yazarlar hevesle geri gelecek ve Türk edebiyat dünyasıyla daha fazla temas kuracaklardır. Ayrıca hepsi 2019 yılında Kadın Yazısı’nın tekrarlanacağını umuyorlar ve tamamı birlikte çalıştıkları Türk yazarlarla temas halinde olacaklardır.

atolye.jpg

Dünyanın her yerinde ‘sınırları aşmak’

Atölye çalışmalarından da bahsedelim, çünkü orada katılımcılar birlikte üretme imkânına sahip oldular. Neler yaşandı?

Seran Demiral: “’Tuhaf’ Çocuk Öyküleri” (Peculiar Children’s Stories) ile iki ayrı aşamada kurguladığımız “Grafik Roman” I/II (Graphic Novel I/II) atölyelerini gerçekleştirdik. Dördüncü atölyemiz ise Cins Adımlar’ın düzenlediği “Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri”nden birisi olarak Balat sokaklarında gerçekleşti.

Profesyonel isimlerle, yani kitaplarını yayınlatmış yazarlar ya da sektörde faaliyet gösteren editör ve çevirmenlerle, yazma deneyimlerini geliştirmek isteyen yazar adaylarını “’Tuhaf’ Çocuk Öyküleri” atölyesiyle buluştururken; “Grafik Roman” atölye çalışmalarında çizim ve illüstrasyona eğilim gösteren genç arkadaşlarla hâlihazırda dergilerde çalışmaları yayımlanan karikatüristleri, çocuk kitapları resimleyen sanatçıları, öykücü ve yazarları bir araya getirme fırsatımız oldu.

“Küçük Feministin Kitabı” eseriyle yakından tanıdığımız Sassa Buregren, “Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet” oturumunu planlamaya başladığımız andan itibaren İsveç’ten davet etmeyi arzu ettiğimiz yazarların başında geliyordu. Davetimizi sevinçle kabul ettikten sonra kendisine aynı zamanda ’Tuhaf’ Çocuk Öyküleri” atölyesinin yürütücülüğünü üstlenmesini teklif ettik. Bu teklifimizi de heyecanla karşılamakla kalmadı, aynı zamanda daha renkli, enerjik, keyifli olacağı düşüncesiyle atölyeyi, içerik konusunda kafa yormuş benceğizle yürütmeyi önerdi. Benim için hakikaten bir onurdu.

Sassa Buregren atölyenin girişinde bizlerle İsveç’ten toplumsal cinsiyete değinen, cinsiyetin sınırlarının ötesindeki çocuk kitaplarına örnekler gösterdikten sonra, görseller ile metin arasındaki ilişkiden teknik olarak bahsetti. Sonraki aşamada üç ayrı grup halinde çeşitli başlıklar seçerek kurmaca taslakları oluşturup aramızda tartıştık ve yeniden hepimiz bir araya gelerek birbirimizin ürettiklerini toplu halde yorumlayıp nasıl ilerleyebileceğimizi planlamaya çalıştık. Sassa, atölyenin sonuna doğru, İsveç’in Türkiye’ye kıyasla attığı büyük adımlara rağmen, aslında hâlâ sadece feminist mücadelenin değil, her türlü ayrımcılığa karşı mücadelenin nasıl kaçınılmaz şekilde sürdüğü üzerine bir konuşma yaptı. Sonunda ise aslında dünyanın her yerinde “sınırları aşmak” tahayyülüyle, hep birlikte üretmemiz gereğini vurgulayışına tanıklık etmek hakikaten farklı açılardan anlamlı ve etkileyiciydi.

“Grafik Roman” atölyeleriyse “çizgi roman / grafik roman” ve “cinsiyetsiz karakter yaratımı” gibi ayrı fikirlerin Karolina Bang önderliğinde bir araya gelmesiyle yapılandırıldı. Nihayetinde ilk oturumda feminist karakterlerin, ikinci oturumda ise queer karakterlerin üretileceği, dileyenlerin çizerek, dileyenlerinse metinleriyle karakter ve öykülerini kurgulayacakları, tamamen katılımcıların yaratıcılığıyla şekillenen bir atölye yapısı ortaya çıktı. Atölyelerin gerçekleşeceği günlerin (perşembe ve cuma) öncesinde, grafik roman üzerine ayrıca düzenlediğimiz panelde, Karolina Bang hem kendi sanat deneyimlerini hem İsveç’teki grafik roman sanatçıları hakkındaki bilgileri paylaştı. İsveç’teki feminist kadın çizerlerin ürettikleri eserleri, sadece kurmaca değil aynı zamanda çeşitli kurgu-dışı eserlerde, self-help gibi farklı türde kitaplarda kullandıkları görselleri, katıldıkları sergileri anlattı. Ardından Buket Akgün, erkek çocuklar için üretilen Japon mangalarındaki kadın karakterlerden bahsetti. Birkaç gün önce çocuk edebiyatı tartışmasında kız ve oğlan çocukları için ayrı ayrı üretilen eserlere değinip, cinsiyet normlarının yeniden üretildiği örneklerin eleştirisini yaparken, aslında bu oturumda görsellerin toplumsal cinsiyeti nasıl yeniden üretmeye hizmet ettiği meselesini de tartışmaya açmış olduk.

Grafik roman atölyelerinin ikinci gününde ise Ramize Erer ve Meral Onat’ın deneyimlerini paylaştığı bir sohbetle çalışmaların başladığını son olarak eklemeliyim. Mizahın erkek dünyasında genç kadınlar olarak başlayan kariyerlerini Gırgır günlerinden bugüne aktaran çizerler, Karolina Bang’ın İsveçli feminist çizerleriyle irtibata geçme arzularını dile getirdiler. İki farklı ülke ortaklığında yapılan festival kapsamındaki atölyeler, aslında karşılaşmalar, birlikte düşünmeler ve yeni işbirliği olasılıklarına kapı açmasıyla coşkumuzu perçinleyen etkinlikler oldu, diyebilirim herhalde özetle.

‘Yazıyı bahara, çeşitliliğe, renklere davet ediyoruz’

Bu buluşma gösterdi ki “kadınlık” ya da “cinsiyet politikaları” ya da “kadın temsili” ya da “cinsiyetsizlik” üzerine kafa yoran kalabalık bir “ekibiz”. Birlikte düşünmek, birlikte öğrenmek, birlikte üretmek ve birlikte güçlenmek… Bu hal sizlere neler hissettirdi?

Sevcan Tiftik: Bu birliktelik bizim için festival öncesinde başlayan bir süreç. Birbirimizden pek çok şey öğrendiğimiz, hiyerarşinin olmadığı, bir arada olma ve üretmenin getirdiği sağaltıcı etkiyle yola koyulduk. Festival hazırlıkları içerisindeyken bu sağaltıcı etki bizi dost kıldı sanıyorum, ki Seval hoca festival açılış konuşmasında bu süreçte proje etrafında bir araya gelip salt çalışanlar olmadığımızı, dost olduğumuzu belirtmişti. Kesişmeler elbette var fakat her birimizin çalışma ve ilgi alanları, fikirleri bambaşka seyirdeyken orta noktalarda buluşmak hiç zor olmadı. Festivalde ise S grubuyla başlayan ekibin ne kadar genişleyebildiğini ve S grubu enerjisinin kimlere hatta nerelere yayılabileceğini gördük. (Başlarda düzenleme ekibindeki herkesin adı “s” ile başlıyordu, S grubu adı buradan geliyor. Hatta 8S voltranı olarak adlandırılmamız da mevcut)

Ayrıca oturumlarda ve özellikle oturum sonrasındaki soru-cevaplarla forumlarda orada olan herkes birbirinin deneyimiyle, fikirleriyle temas etti. Bu temaslar salonla sınırlı kalmadı. Festival yeni dostlukların başlamasına vesile oldu, aynı zamanda pek çok fikrin çarpışmasına. Bu tam da deneyimler, sorular kadar yanıtların, seslerin de çeşitliliğini gözler önüne serdi. İşte bu çokluklar tam da festival hazırlığında ve festivalde sık sık vurgulanan kadınlığın nasıl bir yelpazede olduğunu gösteriyor: her daim mücadelesini verdiğimiz, normlara hapsedilmeye çalışılan, kategorilerden taşan kadınlık.

Sorunuzdaki tüm bu birlikteliklerde yazının etkisi de yadsınamaz tabii. Yazı bizi bir araya getiren ve yazının, yazmanın tesiriyle metinlerin etrafındaki hareler genişledi. Bunu ifade ederken aklıma ağacı bahara cesaretlendiren kadınların ritüel anındaki fotoğrafı geliyor. Sanırım bu birliktelikle birbirimizi cesaretlendirdiğimiz, güçlendirdiğimiz kadar yazıyı da bahara, çeşitliliğe, renklere davet ediyoruz. Kısacası 8 Mart’ın hemen akabinde “kADIN YAZIsı”nı bahara cesaretlendirdiğimizi umuyorum.

Son olarak Kadın Yazısı önümüzdeki yıllarda da sürecek mi?

Sevdagül Kasap: Festival boyunca ve sonrasında en sık duyduğumuz sorulardan biri oldu bu. Böyle bir sorunun varlığı bile Kadın Yazısı’nın sürmesi için yeterli bir sebep sanırım. Öyle ki devamının gelmesi gerektiğine inandığımız bir hisle sona erdi festival. Hazırlık sürecinden bu yana yakaladığımız harika enerji ve bir aradalık sonrası için umut veriyor. Bunun için şimdiden çalışmaya hazırız. Kadın Yazısı’nın önümüzdeki yıllarda başka ülkelerle kurulacak ortaklıklarla süregelen bir festival olması, bizim de en büyük dileğimiz.