Geçen hafta 8 Mart’la ilgili yazıyı, “kadın adına daha gerçekçi ve olumlu gelişmeler için kadınların kendi meseleleriyle toplumsal meseleleri bir arada düşünmelerine” olan ihtiyaçtan söz ederek bitirmiştim. 

Bir de baktım, 8 Mart’ta kadınlara “armağan” olarak Kadına Karşı Şiddet Yasa’sı Meclis’ten geçmiş. Türkiye’de aile-içi şiddetin yaygınlığı yadsınamayacak derecede; yıllar içinde azalmayıp arttığı biliniyor ve yakın zamanlarda yaşanan birçok olayla bu şiddetin ayrıldığı eşe kadar uzanıp, ölüme kadar gittiği de görülmekte.  Dolayısıyla kadına karşı şiddetle mücadele etmek toplumsal bir ihtiyaç haline gelmiş durumda; bu koşullarda siyasetin bu konuya el atmasında da bir fevkaladelik yok. Hükümetin başarısı asıl bundan sonra, Yasa’nın kadın için gerçekten bir koruma sağlayıp sağlayamamasıyla ortaya çıkacak. 

Bu toplumsal gerçekliğin, kadın kuruluşları açısından uzun süredir birincil bir mesele haline geldiğini de biliyoruz. Kadına Karşı Şiddet Yasası’nın arkasında 240 tane kadın kuruluşunun ortak görüşü/talebinin bulunduğu ve tasarının oluşması sırasında verdikleri uğraş ve mücadele de unutulamaz. Onların sevicini ve Yasa’nın geçmesini bir başarı olarak değerlendirmelerini anlamamak da mümkün değil. 

Ancak, kadına yönelik şiddetle mücadele bir ıstırabı dindirmek açısından önemli olsa da, toplumsal gerçeklikleri düşünürsek, kadını sosyo-ekonomik anlamda güçlendirmeden Yasa’nın önemli bir değişiklik getireceğini beklemenin zor olacağını görmek durumundayız. 

1-Her şeyden önce, uygulamalar bize  yasaların uygulandıkları toplumsal gerçeklikler içinde hayat bulduğunu gösteriyor. Yani yasalar, sadece toplumun “resmi” yüzü!  Gerçek yüzü buna uydurma çabası yetersiz kaldığında-ki, Türkiye bunun iyi örneklerinden biri- ne yazık ki, yasalar “resmi maskeler”, toplumlar da “mışlı” toplumlar olmaktan öteye gidemiyor. 

Bu konuda örnek çok; ama tek bir şey söyleyeceğim. işte bir kaç gün önce İstanbul’un göbeğinde inşaat alanında çıkan yangın ve ölen 11 işçi gerçeği. Çalışma Bakanlığı, İş Kanunu, İşçi sağlığı ve Güvenliği Yönetmelikleri, Çalışma Müfettişleri gibi bir dolu düzenleme ve kurumlaşma var bu alanda. Buna karşın madenlerde, tersanelerde, iş yerlerinde ölen, yaralanan, sakatlanan işçi gırla....  İşsizi bol memleketimde, yalnız ücrette değil, çalışma koşullarında da çalışan unutulmuş durumda. Resmi maskeye bakarsak, her şey usulüne uygun; maskenin arkasındaki yüz ise içler acısı. 

Şimdi bir de yeni keşfetmişler gibi, müteahhittin iki işçiyi ölümden sonra sigortalı yaptığı söyleniyor! Aman ne büyük keşif! Sanki bu ülkede yevmiyeli işçilerin -yani kadrolu olmayıp geçici çalışanların, yani inşaat işçilerinin çoğunluğunun-  yüzde 70-80’inin enformel, yani kayıtsız, sigortasız çalıştığı bilinmiyor muş gibi! 

2-İkincisi, bu ülkede en büyük şiddet devletten geliyorsa, vatandaşının farklı olması ve devletin gerçek bir koruma sağlaması beklenebilir mi? Örneğin, siyasetçisinden gazetecisine, öğrencisinden  öğretim üyesine kadar ne çok insan var hapishanelerde! Ve bu memlekette, düşünce ve ifadeyi terörle iliştirmekte hiç bir sakınca görmeyen bir dolu tutuklama kararı alınmakta. İnsanın özgürlüğünden olması, en büyük “şiddet” değil midir? 

Ve bu gerçekler kadının gerçeklerini sarıp sarmalamıyor mu? 

Ne güzel yazmış Büşra Ersanlı Cumhuriyet’te (15 mart). “Zindan İçinde Zarafetimizi Koruyoruz” derken, hapisteki kadınları anlatıyor. Açlık grevine giden BDP milletvekili Selma Irmak, 21 yaşındaki Meltem Yağmur’dan söz ediyor.  Bunlara ben de bir isim ekleyeyim; dün tutuklanan antropolog ve yazar Müge Tuzcuoğlu ve daha niceleri var.  Sadece Bakırköy Cezaevinde 140’ a yakın kadın avukat, gazeteci, esnaf, öğrencinin tutuklu olduğunu yazıyor Ersanlı. 

Şimdi, bunca düşünce insanı hapisteyken, şiddetle mücadele edilecek öyle mi! İnsanlar bu kadar kolay tutuklanır ve yıllarca hapiste kalırken, kadınlar “özgürleşecekler” öyle mi! 

3- Üçüncüsü, Şu 4+4+4 yasa teklifinin, içeriğinin yol açacağı badireler ayrı, Komisyon’dan geçirilişi bile, bir yandan nasıl bir demokrasi anlayışımızı, öte yandan ne kadar şiddete bulanmış olduğumuzu  göstermiyor mu? Bu anlayış içinde mi kadınlar eşitlik bulacak; şiddetten korunacak; veya “fiziken” değil “ anlam ve istem” olarak siyasette ve toplumda var olacaklar? 

Ne yazık ki, olmuyor; olamıyor! 

Bunları yazarken, karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım; üzgünüm. Ne yazık ki, kendi adıma bu ülkede uzun süredir sevinmeyi unuttuğumu düşünüyorum.  Unuttum, çünkü, üzülecek bunca olay varken ve bütünü görürken arada bir ortaya çıkan sevinçli haberlere sevinmek ( örneğin bunca tutukluluk varken üç beş kişinin salıverilmesi gibi) kolay değil! Unuttum, çünkü, bunca olumsuzluk varsa iyi olanların da bunlar arasında yenilip yutulmaması güç. 

Kadınlar adına sevinmek ise, daha da zor! Uludere’de ölenlerin arkasında kalan anneleri, kadınları, kızları düşünmek bile yetiyor başımın öne düşmesine...