Kadını ezen eşitsizlik erkeğe de cennet vaat etmiyor

DİLEK YILMAZ

Yazar Ebru Pektaş ile İleri Kitaplığı tarafından geçen ay raflarda yerini alan kitabı ‘Cinsellik Şiddet Emek’ üzerine konuştuk.

-Kitabın temel iddiasıyla başlamak gerekirse; ‘kadın sorunu’ alanında sıklıkla gündem olan kavramların, ‘anahtar kavramlar’ olarak ele alınması ne tip bir ihtiyacın ürünü olarak doğdu?

Evet, çeşitli vakalarda gündemimizi sürekli biçimde işgal eden kavramlar var. Sözgelimi bazı popüler örnekler üzerinden açmak gerekirse, cinsel saldırı suçlarında faile ilişkin hasta, sapık ya da pedofili etiketinin yapıştırılmasıyla oldukça sık biçimde karşılaşıyoruz. Ya da düpedüz cinsel saldırı kapsamında olan bir şeye daha basit bir anlamda ‘taciz’ denilebiliyor. Çok fütursuz, izansız örnekler var; aşk cinayeti, tutku cinayeti deniliyor örneğin. Bu örnekler çoğaltılabilir.

Kestirmeden söylemem gerekirse tüm bu ideolojik atmosfer içinde en genel biçimiyle solun, feministlerin, kadın mücadelesi yürütenlerin bir cepheyi de buraya kurmaları gerekiyor bana göre. Hem kavramsal ve kuramsal bir tartışma yürütmek, hem de sonuçlarını mücadele içinde işlevlendirebilecekleri ideolojik netliğe sahip olmak bu tozun dumana karıştığı ortamda bana çok elzem göründü.

-Kitabın en çarpıcı örneklerinden biri ‘Güzellik ve Beden’ bölümünde yer verdiğin, Arizona’da üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmanın sonucu. Buna göre her altı kadından birinin obez olmaktansa kör olmayı tercih ettiğine dair satırları irkilerek okudum. Organ kaybıyla takas edilebilir bir güzellik takıntısını nasıl değerlendiriyorsun? Bugüne kadar yaptığın okumalar bu anlamda kültürlerarası belirgin farklılıklar ortaya koyuyor mu?

Güzellik takıntısı denebilir mi bilmiyorum. Çünkü burada takıntılı bir fikirden daha fazlası var. Daha varoluşsal, tanımlayıcı, kurucu, kimliklendirici, kategorize eden bir şey bu. Örneğin kadınların makyaj yapmadıklarında kendilerini hasta gibi hissetmeleri, bunu sağlıklı olma, canlılık, var kalma gibi temel bir eksene koydukları anlamına gelir. Kuşkusuz bu, kadının ezildiği bir dünyada, kadınları hedef alan, onların sağlıklarıyla oynayan, manipüle eden, onları hasta eden bir tablo.

Diğer soruna gelirsek, kültürlerarası farklardan çok toplumsal cinsiyet toplumlarla diğerleri arasında bir farktan bahsetmek mümkün. Evet, sonuçta günümüz dünyasında tüketim kültüründen modaya, kozmetik sanayinden film endüstrisine, farklı kültürlerin üzerine kurşun gibi çöken, onları aynılaşmaya zorlayan dev bir aygıt var. Ama dönemler arasında baskının arttığı ya da azaldığı durumlardan da bahsetmek mümkün. Aslında tarihsel olarak ya da kültürler arasındaki farklılığa baktığımızda ‘haklar ve eşitlik’ ilerledikçe patriyarkanın güzellik baskısı da azalıyor diyebiliriz.

-Kavramlar arasına aldıklarından biri de ‘Erkeklik.’ Sahip olunamadan yüklenilen iktidarla oluşan erkekliğin ürettiği şiddetin, ‘gururuma dokundu, öldürdüm’ü besleyen ‘muktedirin erkek politikaları’yla ilişkisi kadını yok ederken erkeğe ne vaat ediyor?

Erkeklik, erkeğe ne vaat ediyor sorusu ise çok boyutlu.

Sonuçta bir tarafında vaat edilenler; ‘erkek olmanın ayrıcalıkları’ gündemde. Cinsel, fiziksel, ekonomik şiddet tekeli var; emek piyasasında, eğitimde, kamusal alanda daha çok yer kapma var. Bir anlamda burada geniş bir olanaklar zinciri var.

Ama aynı erkekliğin diğer tarafında tüm bu vaatlerin ‘adam gibi işe girerek’, ‘bir baltaya sap olunarak’, 1600 lira asgari ücretle ‘aile babası’ olunarak kazanılması var. Bu yalnızca sınıfsal bir baskı değil aynı zamanda kendini ‘toplumsal cinsiyet çatışmaları’nın tezahürü olarak sunuyor.

Dolayısıyla erkek egemenliğinin erkekler için bir cennet vaat ettiğini söyleyemeyiz. Eşitsizliğin ‘erkeklik’ dolayımıyla erkeği de çeşitli düzeylerde ezdiğini düşünüyorum kısacası. Özellikle de işsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünyada yetememenin, iktidar olamamanın erkekliğin geleneksel hatlarını, konturlarını darmaduman ettiği günümüz dünyasını düşünürsek.

-Kitapta tanımladığın biçimde kültüre sinmiş cinsiyetçi örüntü olarak eril dil, ortak bir sorun alanını işaret etmekle beraber feministler arasında da bazı yorum farklılıklarıyla sıklıkla tartışma konusu oluyor. Eril dille nasıl mücadele edilmeli ve bu mücadelenin bütünsel mücadele hattı içinde yeri sana göre nedir?

Eril dil konusu belalı konularımızdan biri. Çünkü sorun yalnızca gerçekten patriyarkal, kör gözüm parmağına örneklerle kavga etmek değil. Kavga ediyoruz ve etmeliyiz. Uzun uzadıya örneklemek bile gerekmiyor.

Bela olan kısmı, eril dil de bir parçası olmak üzere kültürel süreçlere karşı mücadelede bütünsel bir kurgu çoğu zaman olmuyor. Bütünsellik derken toplumsal cinsiyet çatışmalarının tüm dinamiklerini, kadın işsizliğini, yoksulluğunu, ötesinde sınıfsal dinamikleri, patriyarka militanı olmuş siyasi iktidarı, adıyla örneğin bugün AKP rejimini ve sair tüm dinamikleri kastediyorum. Bu bütünden kopulduğunda ortaya saf bir ‘eril, homofobik, transfobik dille mücadele’ kalıyor. Böylelikle artık tüm işiniz bir tür ‘eril dil avcılığına’ dönüşüyor.

Dolayısıyla saldırgan, linç etmeye meyyal, yakınındakini, eşitlikçilik iddiasında olanları kolaylıkla ‘tecavüzcü’ ilan etmeye çalışan bir yaklaşımın ideolojik mücadelede itme reflekslerini açığa çıkarttığını düşünüyorum.