Kadının evi neresi?

Prof. Dr. Serap Erdoğan Taycan - Psikiyatr

Günümüzden on binlerce yıl önce paleolitik çağda yapılmış insana dair ilk temsiller kadın bedeninin hatlarını taşır. Bulundukları yerlerin isimleriyle adlandırılan bu Venüs heykelcikleri yaşamış kadınların gerçek tasvirleri miydi, kadın güzelliğinin ideal ifadesi mi yoksa dinsel öneme sahip doğurganlık sembolleri miydi bilinmez ama 1908’de Willendorf’ta demiryolu inşaatında bulunan bir tanesinin hikâyesi, 1789’da doğmuş, çoktan hayatını kaybetmiş ama o sıralarda hâlâ topraklarına kavuşamamış bir kadının hikâyesi ile iki noktada kesişiyor: Bedenlerinin görünümü ve bir müzede sergilenmiş/sergileniyor olmaları. Otuz bin yıllık bir sanat eserini bir müzede görebiliyor olmak büyüleyici bir olay. Peki sırf derilerinin rengi, cinsiyetleri ve zamanın yasaları bunu yapabilmelerini mümkün kıldığı için yapabilen erkekler tarafından doğduğu topraklardan koparılıp, yaşadığı müddetçe ruhunun ve bedeninin her zerresi sömürülen, öldüğünde de parçalara ayrılıp kavanozlara konulan bir kadını bir müzede görebiliyor olmak?


Bir memeli türü olarak insanın üreme pratiğinin doğası gereği tüm süreç, kadının bedeni içinde gerçekleşir. Ve tüm olup bitenin gerçek bilgisine sahip tek taraf kadındır. Evrimsel Psikoloji kitaplarının koca koca bölümlerinde sırf bu sebeple kadının ebeveynlik yatırımı yüksek olan, erkeğin ise soyun devamı için kadını denetim altında tutmaya çalışan cins olduğu anlatılır. İdeoloji, bilimsel bilgiyi nasıl kullanacağınızı belirler. Gerekçe olarak kullanmak ile anlamaya çalışmak arasındaki farkta olduğu gibi. Tarih boyunca kadın, fiziksel farklılıkları bahane edilerek erkekten daha aşağı bir konuma yerleştirilmiş ama aslında üreme özelliğinin sağladığı güçten duyulan korkuyla bir şekilde ele geçirilmeye, kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. “Korunması gereken”, “emanet”, “kutsal” kavramları arkasına saklanmaya çalışılan niyet bütünüyle denetim altına almaya çalışmaktan başka bir şey olmadığından, bahanelerin bir önemi kalmaz. Antik Yunan’da örneğin, güzel olan ve çıplak bir şekilde sergilenmeyi hak eden erkek bedenidir, örtünmek özünde çirkin olan kadınlara ve barbarlara uygun görülür. Tektanrılı dinlerde ise kadın cinsel arzu uyandırmak yoluyla erkeği nefsine hâkim olmak için uğraşmak zorunda bırakan, bedeni, saçının teli, dahası sesi gizlenmek zorunda olandır. Zaten güzel kadın akılsız, entelektüel kadın çirkin, feminist kadın ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir zamanlar yaptığı konuşmada dediği gibi, “istediği zaman istediği insandan çocuk doğurma hürriyetine sahip olmak isteyen” toplum düşmanı bir ahlaksızdır!

6284 diye bilinen Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, siyasi partiler arası tekliflerle yine gündemde. Bu kanun kadını, “aile” yapısı dışında da konumlandırabilmesi adına önemli. İstanbul Sözleşmesi’ni Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile fesheden hükümetin, 6284’ün kaldırılması teklifine “Hiçbir problem yok” dediği öne sürüldüğünde nasıl şaşırmıyorsak, aynı hükümetin bir bakanı “Kadına yönelik şiddetle mücadele AK Parti’nin kırmızı çizgisidir” dediğinde de şaşırmamalı. Erkek akıl tarafından üretilip, ataerkil sistemin sürdürülmesine hizmet eden yasaları engel olarak görmeyen bir erkek, sırf yapabileceğini bildiği için kendini korumak adına çocuklarını görmeye polis eşliğinde gelen eski karısını öldürüyorsa, bu politik bir cinayettir ve bunu engellemenin yolu o yasaları düzenlemekten geçer. Oysa ne tesadüftür ki kadına yönelik şiddetin artarak devam ettiği bir ülkede birileri karşınıza geçip bu cinayetleri önlemekle ilgili bir yasayı pazarlık konusu yapabiliyor ve nihayetinde size kalan güvenlik algınızla oynanıp, tehdit altında hissettirilip sonra da “Sizi en iyi biz koruruz” vaadiyle oyunuzun istendiği çok eski bir oyunu yine yeniden izlemek oluyorsa, derin bir nefes alıp kendi mücadelemizden güç almamız gerekiyor.

Beyaz erkek patronun verdiği isimle Siyah Venüs, Saartje Baartman, Willendorf Venüsü’ne benzeyen bedeni sebebiyle sirklerde sergilenir, erkekler ve erkek aklın yönettiği kadınlar tarafından tüketilir, parçalanan bedeni kavanozlar içinde sergilenir. Ne kabilesinin uğraşları ne Mandela’nın aracılığı onu topraklarına kavuşturmaya yetmez. Ölümünün üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmişken, aynı topraklarda doğmuş bir kadının Diana Ferrus’un onun acısıyla yazdığı satırlar, Küçük Sarah’nın evin yolunu bulmasını sağlar:

“Seni eve götürmeye geldim...”

Kadınlık tarihi, mücadele tarihidir. Kadınlığın mücadelesi, koca bir tarihledir… Mücadelede bazen evini yitiren, bazen yolu bulduranızdır. Yeter ki yürümeye devam edelim…