Kadınlar Gezi’nin simgesi mi öznesi mi?

> DENİZ BAĞRIAÇIK @denizBagriacik

20’li yaşlarıN henüz ilk bölümünde başladığım yurtdışı eğitim ve çalışma hayatımı sonlandırarak, 2012 Mayıs’ında ülkeme büyük hayallerle döndüğümde 27 yaşımdaydım. İsviçre’de toplumsal cinsiyet ve siyaset yüksek lisans eğitimimi tamamlamış, orada çalışmış ardından New York’a gitmiş; bir yerel gazetede iş bulmuştum. İdealistçe, kadın meselesi üzerinde çalışabileceğime, medyada iş bulabileceğime inanıyor, hayallerime tutunuyordum. Oysa bu imkânsızdı, hatta 10 yılı aşmakta olan AKP iktidarı, toplumsal iletişim ve işleyiş biçimlerini bir çözülmeye götürmüş, gündelik hayatın üzerinde de yaşam biçimlerimize yansıyan ve bireylerin üzerlerinde karabasana dönüşen bir rejimi dikte ettirmekteydi, kasvetli bir mutsuzluk vardı içimde.

2012 yılı, Türkiye’de kadın haklarının belki de en karanlık yıllarından biriydi. Kadınlara yönelik şiddet 10 yılda yüzde 1400 artmış, kürtaj hakkına müdahale edilmiş, 3 çocuk söylemi ve buna dair çeşitli teşvik edici yasalar gündeme gelmiş, “Kota isteyenler Ruanda’ya gitsin” açıklaması ve benzerleri çoktan yapılmıştı. 4+4+4 eğitim sistemine geçilerek kız çocuklarının okuldan alınmalarına imkân tanınıyordu. Kadın Bakanlığı’nın Aile Bakanlığı’na dönüştürüldüğü yıl yine 2012 idi. Metrolarda kadın ve erkeklere dair anonslar yapılırken, “kızlı-erkekli” değil de “haremlik-selamlık” bir yaşam biçimi arzulanıyordu. Yaratılan his yabancılaştırılma, yurtsuzlaştırma, bir nevi onlardan olmayanları geleceksiz bırakma hissiydi, başarılı da oluyorlardı.

İktidara gelen her yeni siyasi erk, yapılan her devrim ama faşist ama demokratik, kadınları araçsallaştırarak siyasi duruşlarını belli ederler. Bu açıdan bakıldığında, 1930’ların Almanya’sındaki, “Kinder, Küche, Kirche” yani Çocuk, Mutfak, Kilise’nin benzer bir uygulaması olan Çocuk, Ev, Cami 2012 yılında Türkiye’nin 61. Hükümeti tarafından devreye sokulmuştu.

Kısacası, kadınlar Gezi’nin simgesi değil aksine öznesiydiler ve bu denli görünür olmaları da kadın özgürleşmesinin bir resmiydi. İstanbul özelinde yapılan değişiklikler, kültürel bir yağmanın izdüşümleriyken, bir park için direnmek, tüm bu bastırılmış kadınsız, haremlik-selamlık bir hayatın bilinçaltındaki yansımasıdır.

Gezi isyanında, farklı dine, cinsiyete, etnik kökene, cinsel tercihe mensup bireylerin ortak direnişi hem tarihi ve hem de toplumsal açıdan bir dönüm noktasıydı. Onu farklı kılan ise organik yollardan, toplumun içerisindeki sebep-sonuç ilişkisinden doğmuş olması ve reddedilenin aksine gerçek bir halk hareketi oluşandan ileri gelir. Devre dışı bırakılan ordunun, adalet sisteminin yerini, sanayileşen bir toplumun kendi örgütlenme biçimi ve gündelik yaşamlarına müdahaleye isyan etmiş, demokrat, iyi eğitimli, geleceğe karşı endişeli ve yaş ortalaması 28 olan kızlı-erkekli bir gençliğin alışını gördük 31 Mayıs 2013 tarihinde.

Ancak, mücadele henüz bitmedi çünkü kadınların kamusal alandan dışlama politikaları halen devam ediyor. Bu anlayış, erkek şiddetini meşru kılarken, gündelik yaşamda “kızlı-erkekli” akıl almaz bir şiddete maruz bırakıyor bizleri. Üstelik adaletin kör-sağır olduğu bu dönemin de bambaşka toplumsal sonuçlar doğurabileceğini gözetmemiz ve demokratik haklarımızı kullanarak toplumu ileriye götürmek için daha fazla omuz omuza hareket etmemiz gerekiyor. Birlikte umutlu günler.