İktidar bloğunda varlığını ve ikbalini mevcut rejime bağlayan her kim varsa Erdoğan’ı hâlâ “eskisi kadar güçlü”, “eskisi kadar yenilmez” göstermek için birbiriyle yarışıyor. Çünkü AKP ve MHP’yi aşan ilişkiler ağının Erdoğan sahneden inerse tarihe karışacağını düşünüyorlar. Kimse Erdoğan’dan daha fazla görünür, konuşulur olmak istemiyor. Bunun tek istisnası muhtemelen İçişleri Bakanı Soylu. Peker ifşalarıyla koltuğundan olacağı zannedilen İçişleri Bakanı, iktidarın açık ara en fazla muhalefete en çok yüklenen siyasetçisi. Neredeyse her gün 6’lı masa liderleri başta olmak üzere muhalefetteki partilerin genel başkanlarından belediye reislerine ve hatta muhalif gazetelere kadar birçok ismi ve kurumu çeşitli iddialarla hedef alıyor. Bu iddiaların çok azı hakkında hukuki işlem başlatılıyor olsa da yandaş medya hızlıca “yargılamayı” tamamlayıp hükmü açıklıyor.

Kılıçdaroğlu ve muhalefetin diğer genel başkanları, Soylu ile polemiğe girerek siyaseten doğru olmayan bir iş yapıyorlar. Kendilerini atanmış bir bakan ile aynı mindere çekip o minderde enerji tüketiyorlar. Burada harcanan enerji, siyasi bir netice de doğurmuyor. Zira İçişleri Bakanı’nın temsil ettiği güç ilişkileri ve siyasi üslup Cumhur İttifakı’nın motoru. Erdoğan’ın bu kadar bakan değiştirmesine rağmen ısrarla Soylu’yu muhafaza etmesi, onun kimi zaman kendinden daha çok görünür olmasını sineye çekmesi bundan.

***

İçişleri Bakanı en son Bilecik’te AKP Teşkilât Akademisi’nde partililere hitap etti, “kültürel terörizm” diyerek önce Batı’yı sonra da muhalefeti suçladı. Şöyle diyordu konuşmasında: “Ne Olacak LGBT getirecekler Türkiye’ye. Beni bağışlayın, erkeklerle erkekler evlenecek, kadınlarla kadınlar evlenecek. Tam Kılıçdaroğlu’na göre bir politika. Yazıklar olsun.” Bu sözler, 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı Özhaseki’nin Millet İttifakı’nın adayı seçilirse faturalarınızı örgüt militanları getirecek minvalindeki açıklamasını hatırlattı. Özhaseki, milliyetçi-muhafazakâr seçmeni vaat ve değişim üzerinden değil süreklilik ve korkutma üzerinden ikna etmeyi denemişti. “Sizin çocuklarınızı değil kendi çocuklarını istihdam edecekler” mesajını “terör” ambalajına sarıp seçmene postalamıştı. Lakin bu “yerli ve milli” çıkış, kendisinin seçilmesi için yeterli olmamıştı. Şimdi iktidar cenahında bir benzeri LGBT+ fobisi üzerinden deneniyor.

Birileri iktidara, Macaristan’da Orban’ın ya da Brezilya’da Bolsonaro’nun eşcinsellik karşıtlığının ve bunu merkeze alarak ürettikleri “aileyi koruma” kampanyasının işe yaradığını fısıldamış. Orban’ın son iki yılda kampanyasını LGBT+ fobisiyle örgütlediği, Bolsonaro’nun -her ne kadar seçimi kazanamasa da- ikinci turda Lula ile arasındaki farkı azaltmasında “aile vurgusu”nun etkili olduğu hatırlatılmış. Türkiye’de muhafazakâr kitleyi yen bir kimlik-kültür savaşına sürükleyelim, “en iyi bildiğimizi yapalım” denmiş. Türban yasa teklifine ısrarla “aileyi koruma” maddesi eklemek istemeleri o nedenle tesadüf değil.

***

İktidarın zirvesi dahil bakanı, bürokratı seçmene “kokteyl (terörist-ateist-LGBT+) muhalefet” masalı anlatıyor. Yandaşlar hükümete karşı tüm direnişlerde bu kokteyl muhalefeti görüyor. “Yerli ve millilik” söylemi ile içi boş bir Batı karşıtlığı Soğuk Savaş fantezilerini anımsatan gerçek-ötesi bir dünyada buluşturuluyor. İslamcı teyakkuzu, milliyetçi-muhafazakâr tahkimatı “aileyi koruma” kisvesi altında körükleyen güdümlü mitingler yaptırılıyor. Memleketin dört bir yanında toplumsal muhalefetin eylemleri yasaklanırken gericilere sürekli yeni mevziler açılıyor.

Muhalefet, iktidarın yeni bir kültür savaşı açma hevesine sınıf üzerinden cevap verme kabiliyetine sahip değil. 6’lı masadakiler asıl gündem ekonomi dese de, “endişeli muhafazakâr” sevdasıyla sürekli dümeni iktidarın rotasına kırıyorlar. Krizin içinde zorlu bir yasam mücadelesi veren kitlelerle diyalog kurmaktansa iktidarın sözcüleri ile polemiğe girmeyi tercih ediyorlar. İşyeri işyeri, pazar pazar dolaşıp halkın gücünü örgütlemek varken medyadan ittifak ortaklarına mesaj göndermeyi yeğliyorlar.

Hatay’da 14 yaşında bir fabrikada mevsimlik işi olarak çalışan kız çocuğu, kıyafetinin paketleme makinesine kapılması sonucunda öldü. Yer yerinden oynamalıydı. Muhalefet kıyameti koparmalı, meydanlarda, ekranlarda sadece bunu konuşmalıydı. O çocuğu (ve milyonlarcasını) yaşatmak kadar önemli başka hiçbir şeyin olmadığını haykırmalıydı. Kadın erkek eşitliği mi sağlanacak, gelecek mi inşa edilecek, refah mı vaat edilecek… hepsi Dicle Nur’u yaşatmaktan geçiyor işte. Sınıfı görmezseniz, laiklik talebini duymazsanız, meydanları eşitlik ve özgürlük talebiyle çınlatmazsanız; gericiler gelip o meydanları doldurur, medyası hedef gösterir, siyasi hamileri de çıkıp sizi tehdit eder… Buna mahkûm değiliz, olmamalıyız.

Not: Bu yazı yazıldıktan sonra İstanbul Taksim’de bomba patladığı, yaşamını yitiren ve de yaralanan yurttaşların olduğu haberi geldi. Üzüntülüyüz, öfkeliyiz. 10 Ekim katliamı, 2016 Vezneciler ve Beşiktaş saldırıları hafızamızda hâlâ canlı. Olup bitenlerden şüphe duymak, endişelenmek için çok sebebimiz var, ancak insanca, birlikte bir yaşam kurmak için mücadele etme kararlılığımızı sürdürmekten başka bir seçeneğimiz yok. Umudun solmasına izin vermeyeceğiz, korku iklimine teslim olmayacağız.