Şiddetin kavramsal olarak ev içi alana sınırlandırılmasına olanak sağlamaktan kaçınmalıyız, çünkü tam tersine, ev içi alanın duvarlarının nasıl dışarı doğru patladığını gösterecek şekilde, giderek daha doğrudan hale gelen bir savaşta (artık özel olarak “ücretin patriarkası” denilen şey üzerinden yaşanmıyor), ekonomik ve sosyal alanlarla bağlantılı

Kadınların bedeni üzerine bir savaş: Finans, toprak  ve şiddet

VERÓNICA GAGO

Bizi neden öldürüyorlar? Kadın ölümlerindeki yükselişi (ki yüzde 80’den fazlası eski aşıklar, erkek arkadaşlar veya kocalar elinden oluyor) ne zaman bir savaş olarak niteleyebiliriz?[1] İki simetrik tarafın karşı karşıya gelmesi anlamında bir savaş olmadığı açık. Açık kurallara sahip bir çatışma da değil. Özellikle de şu an, en azından Arjantin’de, Mart’taki Uluslararası Kadınlar Grevi’ni takiben, geçtiğimiz yılın Nisan ayından bu yana keskin bir artışla günde bir kadının ölümü ile ilgili olduğundan, bu antagonizmanın ölçeğini ve karakterini kavramsallaştırmak kesinlikle gerekiyor. Savaşı spesifik bir ekonomi türü olarak önermek, bugün ekonomi eleştirisini oluşturan kesişen epistemolojilere bağlılığın parçası.

Savaş kavramı bizim, zor gücü üzerine bir anlaşmazlıkla tanımlanan bir dinamiği vurgulamamıza imkân veriyor. Bize aynı zamanda, kadın kırımı “salgını” gibi kavramlara veya kadınlara yönelik şiddetin diğer patolojikleştirilme biçimlerine karşı çıkmamızı da sağlıyor. Latin Amerika’da bu söylemler, şiddetin artmasından kadınları ve kamusal alanlardaki kolektif siyasi varlığımızı suçlamak için kullanılıyor. Dolayısıyla, kadınların “güçlendiği” illüzyonunun kadınları kendi ölümlerine götürdüğü şeklindeki “psikolojik” söylemlerinin yanı sıra, kitle hareketlerinin cinayetleri engelleme konusunda hiçbir etkisi olmadığını iddia eden bu “adli akılcılık” söylemini de eleştirmek önemli. Bunlar özelleşmiş, profesyonel diller olmasına rağmen [dar bir grubun dili olması anlamında, ÇN], medyada da propaganda ediliyorlar. Bu sözüm ona “uzman” bilgisine dayanan medya, iki kilit fikri pekiştiriyor: ilki kadın hareketleri ne kadar kitleselleşirse buna yönelik tepkinin de o denli şiddetlendiği (kadınların kendi politikleşmelerine yönelik tepkiden sorumlu oldukları fikri); ikincisi kadınların kendi başlarına kadın cinayetlerini durduramadıkları.

Savaş dili
Peki ama neden savaş diline başvuralım? Rosa Luxemburg’un savaşa dair proleter bakış açısından yaptığı can alıcı analizi hatırlamayı öneriyorum, savaşın işçi mücadelelerinin çözülüşü üzerindeki etkisini anlayan bir analiz. Onu ancak ulus çerçevesinin dışında analiz ettiğimizde savaşın mutasyonlarını veya Rita Segato’nun deyişi ile “yeni savaş biçimlerini” kavrayabiliyoruz. Bu savaş biçimleri “yeni” çünkü kadınların bedenlerine yönelik şiddet, kritik öneme sahip sömürgeci boyutun altını çizecek şekilde, onların ayrıcalıklı metni. Bu boyut, kadınların kendi yeni sosyalleşme ve politikleşme biçimlerinde öncelik verdiği bedensel bilgileri değersizleştirerek işleyen (Suely Rolnik’in deyişiyle) “sömürgeci bilinçsizliğinin” yanı sıra, kadınları öldürmenin tam anlamıyla sömürgeci yöntemlerinde (örneğin kazığa oturtma ama aynı zamanda asitle ve bedenlerini parçalayarak) ifadesini bulur. İstismarı mümkün kılarak ve patriarkal erkekliğin buyruğunu yeniden üreterek yaygınlaşan bu “dışa vurumcu” (artık sadece araçsal değil) şiddetin yoğun ve artan “zulüm pedagojisini[1]” anlamak ancak bu şekilde mümkündür. Ancak, bu yeniliğin onun tepkisel karakterinden, kadınların bağımsızlaşmasının büyüyen ve çeşitli biçimlerine kadın düşmanı bir tepki oluşundan geldiğini de ekleyebiliriz. Dolayısıyla Silvia Federici’nin epeydir vurgulamakta olduğu bir şeyle de bağlantılıdır: kadınlara yönelik şiddetin ortak paydası, çağdaş küreselleşmenin bu aşamasının getirdiği, yaşamın ve çalışmanın değersizleştirilmesidir. Federici bu yüzden “sürekli bir savaş durumundan” söz eder.

Bu noktalardan kalkarak, bu sözüm ona sapkın suçları açıklamak için başka bir mantık geliştirmek mümkün. Benim hipotezim, bugün kadınlara karşı savaşın, kadın kırımlarının temeli olan, önsel üretimlerinin veya Marx’ın sözlerini yorumlarsak ilksel birikimlerinin altında yatan katman olan dört özel sahnede ifadesini bulduğu ve bunlar arasında mantıksal bir bağlantı olduğu. Bu metinde, bu dört alan arasındaki mantıksal bağlantıyı veren, finansın özgüllüğünün altını çizmek istiyorum:

Eve ekmek getiren erkek figürünün krizinin ve bununla bağlantılı olarak, onun emek piyasasındaki rolünün hiyerarşisinin bozulmasının bir etkisi olarak ev içinde yaşanan şiddet patlaması.

İşçi sınıfı mahallelerinde, farklı mantıklar altında, kaynak tedariki yöntemlerinin yerini alan yasadışı ekonomilerin yaygınlaşmasına bağlı olarak yeni şiddet biçimlerinin esas otorite olarak örgütlenmesi.

Toplulukçu yaşamı mümkün kılan müşterek toprakların ve kaynakların, ulusötesi şirketlerce diğer ekonomileri maddi bağımsızlıklarından yoksun bırakacak şekilde mülksüzleştirilmesi ve talanı.

Ortak unsurları toplumsal yaşamın finansallaştırılması olan sömürü ve kaynak çıkarımı biçimlerinin (özellikle de borç aparatının) ortaya çıkması.

Bu metinde, şunları yapmak istiyorum: öncelikle, bu dört boyut arasındaki organik ilişkiyi ortaya koymak; ardından “savaşın” karakterize edilmesine geri dönmek; son olarak da en başa geri dönmek: kadınlara yönelik erkek şiddetinin bu artan saldırısı ne tür bir güce tepki olarak ortaya çıkıyor? Kadınların bağımsızlaşması hangi ekonomilerde söz konusu? Burada özellikle Arjantin’de kadınların grev deneyimine yoğunlaşacağım. Bu noktada savaş bir yerdeğişimine tabi tutulacak: çünkü kadınların bedeni “üzerine” savaş, kadınlara “karşı” bir savaş olduğu anlamına geliyor.


kadinlarin-bedeni-uzerine-bir-savas-finans-toprak-ve-siddet-437617-1.

Farklı şiddet biçimleri arasındaki bağlantı
Şiddet üzerine tartışmaları “toplumsal cinsiyet şiddeti” ile sınırlandırmanın kurbanlaştırıcı bir etkisi oluyor: kadınlar tek boyuta indirgeniyor, böylece yalnızca kendilerine yönelen şiddetle bağlantılı olarak var oluyorlar. Bu şiddet “izole” olduğundan pasifleştirilmeleri tam hale geliyor. Toplumsal cinsiyet şiddeti, kadınların kurtulamayacağı veya ancak bizi kurtarmaya çalışan kuruluşların kurtuluş söylemi üzerinden kaçılabilecek bir tür korse ve tahdide dönüştürülmüş oluyor. Kadın ticareti ile mücadele söyleminin çoğu bu odağa sahip. Kadın ticaretine odaklanılması, kilisenin ruhani desteği ile STK’lar eliyle teşvik edilen ve uluslararası finansman ağlarının sponsorluğunu yaptığı bir şey. Bu paternalizm, ilkin, kadınların sömürülmesinin ahlakileştirilmemiş bir açıklamasını, ikincisi ise, kadınların farklı göç biçimleri üzerinden yaptıkları karmaşık bir arzu, ilerleme ve risk hesaplamaları oyununu tamamen örtmeye hizmet ediyor. Dolayısıyla kadınların stratejik akıl yürütmesini (planlarla, hayal kırıklıklarıyla, tekrar hesaplamalarla, öğrenilen derslerle, yapılan fedakarlıklarla) inkâr ederek, bu çerçeve, kadınların bilgi birikimini sömürgeci mantığını sürekli olarak yeniden üreten bir paternalizm adına küçümsüyor.

Göçmen işçiler konusunda olduğu gibi, insan ticareti ve kölelik söylemi, bütünü temsil etmek üzere bir parçayı kullanıyor. Kamuoyunun zihnindeki görüntülerle (dikiş makinesine kelepçelenmiş bir işçi veya yatağa zincirlenmiş bir genç kadın) simgesel kabul edilmiş bir örneği öne çıkaran bu söylemler, içsel, doğal bir boyun eğişi anlatma, dolayısıyla bağımsız akıl yürütme veya iradeyi olumsuzlama arayışındalar. İnsan ticareti konsepti tam da mücadele ettiğimiz şeyin bir örneğini teşkil ediyor: kadınların kurbanlıkla özdeşleştirilmesi. İşte bu “klişe,” eleştirmek istediğimiz vesayet mantığına mükemmel uyan ve kadın kırımında zirvesine ulaşan bir söylem üretiyor. Bu yüzden gazetecilerin olay anlatımları kadınları mükemmel “kurbanlar” olarak anlatmaya böylesine odaklanıyor; karar verici olduklarına yönelik her ima inkâr ediliyor çünkü o zaman bu sabit imaja uymadığı için anlattıklarını “şüpheli” kılacak. Aynı şey göçmen kadınlar için de oluyor: insan kaçakçılığı söylemi bu kadınların risk alma ve hesap yapma yetilerini, başka bir deyişle, herhangi bir muhakeme gücüne sahip olduklarını inkâr ediyor.

Burada, şiddete kurbanlaştırma perspektifinden bakmayı reddetmek şiddet sorunundan kurtulmayı sağlamıyor, bizi özgüllüğünü anlama ihtiyacından da kurtarmıyor. Tam tersine: şiddeti yeniden konumlandırıyor ve stratejik bir yerdeğiştirme üretiyor. Ev içi şiddet ve cinsel taciz ile ekonomik ve toplumsal şiddetin kesişimi, ilkinin bir “toplumsal cinsiyet meselesi” olarak ayrılmasının ötesine geçmemizi sağlıyor. Özgüllüğü, izole bir süreçten değil, bu bağlantıdan ortaya çıkıyor. Özgüllüğü veren, süreci hareket halindeki bir bütünlük veya kısmi bir sentez olarak anlamayı sağlayan durumlu (situated) perspektif.

Bu bağlantı, şiddete, çalışma dünyasını ve güvencesizliğimizin istismarını ücretin ötesindeki yeni finansal sömürü biçimleri ile birbirine bağlayan bir ağın ifadesi olarak anlam veren bir kavrayış, anlaşılabilirlik ve yöntem düzlemi inşa edebilmemize ve bu düzlemde ilerleyebilmemize imkân veriyor. Bu bağlantı, cehenneme dönüşen evlerde sıkışıp kalmaya yol açanın ekonomik bağımsızlığın imkânsız oluşu olduğunu açıklıyor ve aynı zamanda göçü giderek artan riskler almaya değer bir kaçış, kurtuluş biçimi olarak görmeye imkân veriyor.

Siyasi sistemin, yarı-devletsel ve yarı-yasal ezme formlarıyla ittifak halinde bu şiddeti yeniden pekiştirdiği cezalandırıcı, ırkçı ve seksist gerici tarzlar, yeni savaş biçimlerini karakterize eden yenilenmiş ayaklanma bastırma biçimlerini teşvik ediyor. 1) Çalışma yaşamının, ücretsiz ekonomileri de hesaba katan feminist bir perspektiften çıkarılan haritasının, 2) toplulukçu yaşamı destekleyen mücadelelerden yükseldiği için toprağı ve kaynakları liberal olmayan bir şekilde anlayan aşağıdan bir siyasal ekolojinin ortaya çıkışının ve 3) Selma James’in belirttiği üzere, kolektif bakım işinin bir uzantısı olarak anlaşılan adalet mücadelelerinin kesişimselliği üzerinden, çağdaş şiddetin eleştirisi için maddi bir ağ ortaya çıkıyor.

Şiddet ve ev alanı
Arjantin’de, bu kesişimsellik pratikte bir yıldan kısa bir sürede gerçekleştirilen iki kitlesel grev üzerinden üretildi: 19 Ekim 2016 Ulusal Kadınlar Grevi ve 8 Mart 2017 Uluslararası Kadınlar Grevi. Bu grevleri anarak, kadınların bugün deneyimlediğimiz isyanının materyalist unsurunu vurgulamak istiyorum. “Daha önce benzeri olmayan ittifaklar” kurma pratik işi—Bolivya’daki feminist kolektif Mujeres Creando’dan aldığımız, feminizmin haritasını kavramsal bir perspektif olarak cinsiyet şiddetinin ötesinde yeniden çizmemize imkân veren beklenmedik yakınsamalara ulaşmamıza izin veren bir kavram. Onun bir esaret mekanizması olarak işlev görmesini bu şekilde durdururuz. Bir yandan, yukarıda belirttiğim gibi, çapraz radikalleşme potansiyelini etkisizleştiren, eşit ölçüde izole “tepkiler” ve “çözümler” öneren bir toplumsal cinsiyet “gettosu” (yeni bir (dışişleri) bakanlığı veya yeni bir (sendika) şubesi veya yeni bir (sağlık hizmeti) programı) kurulmasından kaçınmalıyız. Öte yandan, şiddetin kavramsal olarak ev içi alana sınırlandırılmasına olanak sağlamaktan kaçınmalıyız, çünkü tam tersine, ev içi alanın duvarlarının nasıl dışarı doğru patladığını gösterecek şekilde, giderek daha doğrudan hale gelen bir savaşta (artık özel olarak “ücretin patriarkası” denilen şey üzerinden yaşanmıyor), ekonomik ve sosyal alanlarla bağlantılı.

[1] Segaro’nun La guerra contra las mujeres‘te kavramsallaştırdığı üzere (Madrid: Traficantes de Sueños, 2016)

dunyadanceviri.wordpress.com için çeviren Serap Şen.