Nefesim Kesilene Kadar filminin yönetmeni Emine Balcı “Nefes alma ihtiyacı. Hepimizin içinde olan ve aslında önleyemediğimiz bir ihtiyaç. Bu çok sezgisel, bir insan intihar ederken bile son anında ‘bunu yapmamalıyım’ diye düşünüyor olabilir.” diyor

Kadınların kodlanmasını eleştiriyorum

CANAN AYDIN
cananaydin@birgun.net

Atölyede ortacı olan Serap öylece yanından geçip gittiğimiz genç bir kadın. Hayatı yeni keşfetmeye çalışan, nefesi kesilinceye kadar varolma mücadelesi veren Serap’la her sabah metrobüste, otobüste veyahut bir vapur iskelesinde karşılaşmak mümkün. Onun içsel yolculuğuna ise yönetmen Emine Emel Balcı’nın ‘Nefesim Kesilene Kadar’ adlı filmiyle tanık olabilirsiniz. Yönetmen o kasvetli atölye atmosferindeki Serap’ı merkeze alarak bize bir sınıfın fotoğrafını çekiyor. Yönetmenle bir araya geldik; Serap’ı onun hayata tutunma mücadelesini ve kadına biçilen toplumsal kodları konuştuk. Bu sohbeti ise sizlerle paylaşalım istedik.

Filminiz kadın merkezinde bir sınıf hikâyesi olarak tanımlanabilir. Bize merkezdeki genç kadın Serap’ı ve filmin sürecini anlatır mısınız?
Bir kadın hikâyesi yazmak ve bildiğim şeyleri anlatma motivasyonuyla başladım. Bir belgeselci merakıyla atölye dünyasının görsel işitsel atmosferi bana çok çekici geliyordu, araştırıp duruyordum. Atölyelerde makine başında ya da ortacı olarak çok kadın çalışır, bir çeşit duygu birlikteliğiyle ikisini birleştirebilirim diye düşündüm. Ve sinema filmi yapmaya karar verdim.

Sınıf meselesine baktığımız da Türkiye’de kadın ve erkek ilişkisini sınıf ekseninden çok ayrı tutamıyorsun. Orada da hiyerarşik bir ilişki var: Erkeğin alt sınıfı sürekli kadın. Dolayısıyla atölye dünyası ve kadın yaşamı; bu iki hikâye benim için çok ortak noktası olan bir yerde buluştu. O yüzden de eş bir duygu yakalamaya çalıştım.

Serap çok temas etmeden böyle usulca yanından geçip gittiğimiz karakterlerden biri yaşamın içinde. Kadınlıkla genç kızlık arasında bir yerde duruşu, bir çeşit keşifin eşiğinde oluşu eleştirdiğim meselelere derinleşebilmemi sağladı. Serap’ı anlatmak, biraz politik biraz kişisel bir tercih.

kadinlarin-kodlanmasini-elestiriyorum-90240-1.Serap beyazperdede çok sahici duruyor. Gerçek bir karakter mi yoksa tamamıyla hayal ürünü mü?
Birebir birisiyle tanışıp onun üzerinden bir karakter kurgulamadım. Serap belki tanıştığım kadınların toplamı olabilir. Tepkileri, yaşamın içinde kendini konumlayışı, belki refleksleriyle bir yandan kendimden referanslar içeren bir karakter. Sezgisel tarafı var muhakkak ama yazıp bitirdikten sonra ortaya canlı, yürüyen, konuşan nefes alan, yaşayan bir kadın haline geldiğini düşünüyorum. Serap’ı bu kadar gerçek kılan da belki bütün hikâyenin içindeki varoluş süreci, kendi kendini inşa edişi olabilir.

Serap için nasıl bir hayat mümkün?
Serap’ın ailesi aslında çok da tutunulacak bir yapıda değil; babadan, abladan, enişteden ibaret. O yüzden o özgürleşme ve birey olma duygusunun altını biraz da çizebilmek için hikâyenin o kısmını karanlık bıraktım. Kurtuluşun belki zihinsel olarak bütün bu kodlamalardan ve bütün bu şematik yerleştirmelerden azat olunduğunda gerçek olabileceğini hissettirmek için.

Serap bitmek bilmeyen bir enerjiyle aile olmaya çalışıyor. Neden kadınlar hep bu mücadelenin içine sürüklenir?
Serap’taki aile yaşamı arzusunu birazcık da bu, bir türlü sahip çıkma, sahip çıkılma meselelerinden yola çıkarak kurguladım. Çünkü toplum kadınları böyle kodluyor.

Kadını anne ya da aile içinde kol kanat geren bir figür olarak formüle ediyor. Bu anlamda bizim kodlarımıza öyle işlenmiş, başka bir yöntem bilmiyor gibiyiz. Filmdeki eleştiri de birazcık buna gönderme.

Özellikle Türkiye ekseninde baktığında sistem kadını tanımlarken aileden çok da bağımsız tanımlamıyor. Bunu da filminizde çok açık görüyoruz.
Serap’ın dünyasındaki aile zaten başlı başına çarpık bir sistemin ürünü. O aile Serap’a iyi gelmeyecek. O yüzden de senin buna ihtiyacın yok, seni giderek tüketiyor bu çabalama hali. Kendi başına bambaşka bir dünya kurabilirsin, sistemin ürettiği bu aileye ait olmak zorunda değilsin. Senin çaren, özgürlüğün, kurtuluşun birey olmakta ve kendi ayakların üzerinde kimseye güvenmeden, dayanmadan birey haline gelebilmende motivasyonuyla kurguladım.

Serap yaşamı yeni yeni keşfediyor. Bir yandan da soluksuz bir yaşam mücadelesi veriyor. Onu bu mücadelede ayakta tutan şey ne?
Nefes alma ihtiyacı. Hepimizin içinde olan ve aslında önleyemediğimiz bir ihtiyaç. Bu çok sezgisel, bir insan intihar ederken bile son anında “bunu yapmamalıyım” diye düşünüyor olabilir.

Çocuk ve kadın işçiler adeta bu ülkenin tüm yükünü omuzlamışlardır. Hikâyeye baktığımızda Seraplar nasıl kurtulur?
Bizde alt sınıf hep kurtulma ihtiyacındadır gibi bir algı var. Ama alt sınıf, şartlar iyileştirilebilirse kendi yaşamıyla mutlu olan insanlardan da oluşur. Onları çıkmaza sürükleyen şey sistemin acımasızlığı, dayatması. Şartların iyileştirilebilme ihtimaline kafa yormak gerek sanırım. O yüzden Seraplar nasıl kurtulur? Genç kadınlar ve çocuk işçiler böyle karanlık bir dünyanın içindeyse ancak iyilikle kurtulur. Görmezden gelinmeden, aşağılanmalara, ötelenmelere, dışlanmaya maruz kalmadan, iyiliğin sağaltıcılığıyla...

Filmin geçtiği bu atölye mekânları nerede?
Bağcılar ve Bayrampaşa’da çektik filmi. Atölye ise daha önce kullanılan bir yer. Biz filmi çekerken boş bir oda halindeydi. Biz makineleri, eşyaları ve rengiyle orayı bir atölye haline getirdik. Çalışan kadınlar da eskiden atölyede çalışan atölyeci kadınlar... Dolayısıyla biz kendi atölyemizi kendimiz oluşturduk. Sokaklar evler ve geri kalan bütün mekânlar Bağcılar ve Bayrampaşa çevresinde çekildi.

kadinlarin-kodlanmasini-elestiriyorum-90241-1.Atölye ortamının olmazsa olmazlarından Arabesk müzik sizin atölyenizde neden çalmıyor?
Yoğun makine sesinin altında arabesk müziğin çalıp gitmesi bir taraftan tuhaf ve hala yaşama bağlı kalma hali gibi bir şey. Ancak orada vahşi bir gürültü, yaşamın başka türlü bir sesi var onların kulağında. Kapalı bir ortamdasınız dış dünyayla ilişkiniz sıfır. Sabahtan akşama kadar ancak çay molasında ufak tefek yemek aralarında dünyayla temas edebiliyorsunuz o da atölyenin çevresinde olabiliyor.

Ama o müzik sanki sizi birazcık dışarıya ve sıradan yaşamın en gerçek ihtiyaçlarına, güzelliklerine bağlıyor gibi bir his doğuruyordu bende. Atölyede çalan radyoyu bir kenara koyduğumda bana geri kalan şey aslında yaşamın kendi müziği oldu. Benim için de müthiş sinematografik olan bir şey bu yaşam müziği.

Serap’ın ayak sesi, nefesi, montunun hışırtısı, suyun, ütünün, makinenin sesi filmin müziği olsun istedim. Sokağın şehrin gürültüsü olsun istedim. O yaşama biraz daha fazla kendimizi kaptıralım, etrafımızı sadece bu sarsın diye başka bir yönlendirici müzik kullanmadım.

Filmi ilk Berlin’de gösterdiniz. Tepkiler nasıldı?
Orada biraz daha kadın ekseninde görüldü hikâye. Evrensel bulunan şey karakterin gerçekliği oldu sanki. Filmden sonra izleyicilerin tepkilerinde şaşkınlık hissettim. Hikâyenin evrildiği yerin getirdiği bir şaşkınlık belki...


Belgesel sinemacısınız. Son dönemde tartışılan belgesellerin festivallerde uzun metrajlı filmlere dahil edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Festival ölçütlerinde Türkiye şartlarında ikisinin mücadele edebilmesi pek mümkün değil. Çünkü ikisinin gördüğü ilgi ya da destek eş değil. Bu ülkede belgesel sinemacıların alanı çok daha dar. İkisinin yarışabileceği teknik bir ortam yok. Belgesel sinemacıdan çok daha büyük şeyler bekleniyor nedense, üstelik alanı daraltılmaya devam edilirken... Ortalama veya altı işçilikteki bir uzun metrajlı kurmaca filmle eşdeğer bir belgesel film yan yana konduğunda bile, kurmaca filmler daha özel ve önemli bir yere konumlanmış durumda bizde. Hâlbuki filmin duygusu her şeyden yukarda olmalı. Ama belgesellerin haksızlığa uğradığı gerçeği, eleştirel ölçütleri de çıkmaza sokuyor sanırım.

Karakterlerin isimlerine çok takılıyorum. Senaristler neye göre karakterlere isim veriyor?
Senaryoda abla, enişte, baba diye konumladım, isimleriyle seslenmediğim insanlardı. Çünkü abla biraz yaygın bir mağduriyetin temsiliydi. Kafamızdaki dilsizleşmiş, evde oturan ve aslında bir anlamda bağımlı olan kadının temsiliydi. Enişte yine diğer filmlerde gördüğümüz enişte, temsilinden çok farklı değildi, klişeyi kabul ettim. Biraz hoyrat, acımasız bir karakter olması beni hikâyede eleştirimi daha keskin getirebileceğim bir noktaya çekiyordu. Ama mesela Sultan’ın adını koyarken biraz erkleşmiş, biraz varlığıyla diğer çalışanların üzerinde bir gölge oluşturan ‘büyük bir kadın’ çağrışımı yapması önemliydi.