Meriç Kırmızı – Dr. Öğretim Üyesi – Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Bu konuda okumuş, yazmış olmadığım için, yazacaklarım ancak kişisel bir içgörü düzeyinde kalsa da, kadınlık konusunda düşünmeme neden olan, geçen haftalarda Samsun Sinema Topluluğu’nda izlediğimiz Danimarkalı Kız (Tom Hooper, 2016) adlı, trans bir bireyle ilgili olan film ve onu izleyen Kadınlar Günü etkinlikleri […]

Kadınlık durumu

Meriç Kırmızı – Dr. Öğretim Üyesi – Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

Bu konuda okumuş, yazmış olmadığım için, yazacaklarım ancak kişisel bir içgörü düzeyinde kalsa da, kadınlık konusunda düşünmeme neden olan, geçen haftalarda Samsun Sinema Topluluğu’nda izlediğimiz Danimarkalı Kız (Tom Hooper, 2016) adlı, trans bir bireyle ilgili olan film ve onu izleyen Kadınlar Günü etkinlikleri oldu.

Öncelikle filmin adının neden “Danimarkalı Kadın” olmadığını sorarak işe başlayabiliriz. Örneğin, gündelik konuşmalarda “kız” sözcüğünü kullandığımız kadar “oğlan” sözcüğünü kullanmıyoruz. Erkek sözcüğünü kullandığımız rahatlıkla, “baayan” filan deyip, kimseyi bayıltmadan, “kadın” diyebilmeliyiz. Yoksa yakında “baayan” (!) diyenlere, “Evet, bayım” filan demeye ve sanki İngiliz aristokrasisiymişiz gibi davranmaya başlayıp, bir tür Goffman deneyselciliğine girişebiliriz.

Filmin tartışmasında kimi izleyicilerin translık durumunu anlamlandırmakta, kafalarında bir yere oturtmakta güçlük çektikleri, ama çoğunun en azından bu çabayı göstermeye açık oldukları görülüyordu. En çok bunun doğuştan gelen bir genetik kod mu, yoksa sonradan toplumsal etkileşim yoluyla edinilen bir kişilik özelliği mi (yani doğa mı, kültür mü?) olduğu merak ediliyordu. Bunun yanıtını bilmiyoruz, ama pek de merak etmiyoruz doğrusu. Bu meraksızlık LGBT+ bireylerin sorunlarına karşı ilgisizlikten kaynaklanmıyor; yalnızca, onları “insan” olarak görmek için, hangi koşullarda LGBT+ olduklarını bilmeye gerek duymuyoruz. Ayrıca, aynı yaklaşım genel olarak, kadınlık ve erkeklik için de benimsenebilir.

Gündelik koşuşturmada kendimizi kadın olarak duyumsadığımız an büyük olasılıkla azdır. İşimizi yaparken, yaşadığımız yerlere çekidüzen verirken, insanlarla birlikte zaman geçirirken, bir filmi izler ya da bir kitabı okur ve bunların üzerine düşünürken, siyasal gündemi izler, toplumsal kaygılar taşır, gündelik olaylar karşısında tepki verirken, kadınlığımızı anımsamayız. Bütün bu şeyleri yapmak için, cinsel kimliğin değil, insan olmamın belirleyici olduğu düşüncesine göre hareket ederiz. Kafamızdaki benlik algımız çoğu kez kadınlık değil, insanlık üzerine kurulu, cinsiyetsiz ve eşitlikçi bir kurgudur. Öyle ki eşitlikçi bir toplumda kadınlara özel bir gün ayırmamıza gerek kalmaz ve belki, bütün insanlık durumunu şenliğe çevirirdik. Kadınlar Günü kadın olduğumuzu bize anımsatıyor. Başka neler anımsatıyor kadın olduğumuzu? Diğer uyarıcılar o kadar saf değil. Toplumda bize kadın olduğumuzu anımsatan şeyler genellikle olumsuzdur; örneğin, kamusal alandaki cinsel tacizdir. Böyle olaylarda çokça mürekkep yalamış, akıllı kadın kimliğimiz sıfırlanıverir, “ancak bir kadın kadarmış, var oluşumuz,” diye düşünürüz.

Aile, eğitim, sağlık, yargı, ulaşım, barınma, tüketim, vb. toplumsal kurumlarda ve yaşam alanlarında ya da dilde kadınlara yöneltilen ayrımcılık (“Kadın şoför işte…”, vb.) ve şiddeti görünce, yine, kendi içimizde bizi sıklıkla ıskalayan kadınlığımızı anımsarız. Kadınlığı pohpohlar görünüp, ikincil rollerinin gereğini özene bezene yerine getiren, örneğin, evli olduğu için, dans etmeyi kendine hak görmeyen kadınları dinledikçe, “ya, biz yine de kadınmışız,” deriz. Sosyolojiye kimlik siyaseti çerçevesinden bakan ve çeşitli kimliklere ayrıcalıklı davranılmasını isteyen, böylece feminizmin yıllarca savunup, durduğu eşitlikten bir çırpıda vazgeçen akademisyenleri duydukça da anımsayabiliriz, insan değil de, en çok kadın olduğumuzu. Üstelik aynı şey erkekler için de geçerlidir. Onlardan sürekli “erkek” gibi davranmalarını beklenir, çünkü “erkeklik”leri en başta, kadınlara değil, ama kadınlar üzerinden başka erkeklere sergilemeleri gereken toplumsal bir görevdir. Bunun zincirlerini kolay kolay kıramazlar. O nedenle, Bourdieu da maçoluğun erkeklerin üzeride ağır bir yük olduğunu söyler, Sosyoloji bir Dövüş Sporudur (Pierre Carles, 2001) adlı belgeselde. Ona göre, erkeklerin savaş gibi, yapmak istemeyip, yapmak zorunda kaldıkları şeylerin uzun bir listesi vardır.

Ancak, şunun da elbette farkındayız: Kadınlığımızı arada bir unutabilmek ve insanlığa yaklaşmak bizim sınıfsal lüksümüzdür. Her gün eşine, çocuklarına, aile büyüklerine bakmak; evini ve ailesini temiz tutmak; yemek yapıp, karın doyurmak; bunları yapmadığında cezalandırılmak zorunda kalan kadınlara kadın olduklarını unutmak lüksü, yani özgürlükleri neredeyse hiç tanınmaz. Kadınların özgürleşmesinin yolu, insanlıklarının ya da cinsel kimliklerini yalnızca, kendi istediklerinde anımsama özgürlüğünün onlara tanınmasından geçer.