Hiçbir şey yerli yerinde değil artık. Her şey uçuşuyor belirsizlikler içinde. Bütün bu belirsizlikler, kafaları karıştırıyor. Kafa karışıklığı bazen iyi, bazen kötü olsa da çoğunluk için her zaman rahatsız edici. Kafa karışıklığı, aynı zamanda bir savunma mekanizması, can yakan hakikatlerden uzak tutan, seçme kaygısını öteleyen… Sürekli kafamız karıştırılıyor…

Kafa karışıklığının yeterince bilmemeyle bir ilgisi olsa gerek. Her şeyi biliyorsam kafam niye karışsın? Her şeyi bilsem de karışabilir, karışıyor, böylesi bir karışıklık iyi bir şey, yaratıcılığın ilacı… Günümüzde çoğunluk, her şeyi biliyor, ama az biliyor. Örneğin psikoloji hakkında az bilen ama çok bildiğini sanan biri, psikoterapiden en az faydalanan kişi olacaktır. Pek çok psikoterapistin, kendi terapilerine devam edemeyişlerindeki direnç, tam da bu bilmeyle ilgili meseleleriyle alakalı. Philippe Sollers, 'Merkez' kitabında şöyle yazmıştı: “En zor hastalar psikanaliz hakkında her şeyi bildiğini sananlar. Çok okumuşlar, binlerce şey biliyorlar, zaten şimdiden psikanalistler ve epey güzel, soğukkanlı, nadiren müdahale eden bir kadına müstehcen, pis şeyleri anlatmak zorunda oldukları, üstelik de eksiksiz ve tercihen peşin ödeme yaptıkları için büyük hayal kırıklığı yaşıyorlar. En yetenekliler tam tersine zekâ parıltısı göstermeyenler. Yaşamlarını kurtarmak istiyorlar, başka bir şey değil. Zekâca fakir olanlara ne mutlu, bilinçdışının kapıları onlara sonuna kadar açılıyor. Hiçbir şey anlamayanlar, yanlış anlayanlardan daha iyi anlıyorlar. Cehennem yanlış anlayan dışlanmışlarla dolu.”

Kafa karışıklığının ilacı, bildiğin her şeyi unutmaktan geçiyor. Bilmeme, daha iyi bilmenin bir koşulu. Siyasi meselelerden sanat ve özel hayata dair her meselenin çözümü, bildiklerimizi kısa süreliğine de olsa unutabilme, önyargısız bir biçimde bakabilmeyle mümkün. Ama böylesi bir bilmeme hali, çoğu insan için öylesine korkutucu ki… Bilmeme halinin getirdiği ‘anlamsızlık’, ‘dağılma’ya neden olabiliyor. Bir şey dağılmadan nasıl yeniden toparlanabilsin ki?

Winnicott, ebeveyn ve bebek ilişkisine dair yaşadığı bir kafa karışıklığından nasıl çıktığını 'Oyun ve Gerçeklik'te şöyle anlatıyor: “Zihnim uzun bir süre bir bilmeme durumu içinde kaldı ve bu durum zamanla kristalize olarak geçiş olgularıyla ilgili formülasyonuma dönüştü.”

Winnicott, bu ‘bilmeme’ durumuyla ilgili radikal bazı tespitlerde de bulunur. Ona göre ‘anlam bulma’ ihtiyacı, ‘bütünlük’, ‘amaç’ ve ‘başarı’ için umutsuz bir girişime dönüşebilir. Adam Phillips’in 'Hep Vaat Hep Vaat'te yazdığı gibi, Winnicott, anlam kadar, anlamsızlığa da ihtiyacımızın olduğuna inanıyordu. Anlamsızlıkta bir düzen aramak, saçmaydı. Düzenlenmiş bir kaos, kaosun inkârı demekti. Psikoterapide, her anlamsız görünen şeyi düzenleme gayreti, o anlamsızlığın içinde keşfedilecek anlamın kaybıyla sonuçlanabilirdi. İlla keşfedilmesi gereken bir anlamın da olması gerekmiyordu. Şöyle yazmıştı Winnicott: “Terapistin anlamsızlığın olduğu yerde bir anlam bulma ihtiyacı yüzünden gevşeme fırsatı kaçırılmıştır.” Kafa karışıklıkları, bir yandan gevşeme fırsatı da yaratıyordu, anlama mıhlanıp kalmak yerine. Edebiyat ve sanat, tam da böylesi bir gevşeme alanlarına sahip değilse, işte o zaman boğucu, didaktik, sıkıcı bir yapıya kavuşmuyor mu? Yaşadığı her şeyi, bir denklemi çözmeye çalışır gibi yaşayanlar, kafa karışıklığının asıl kurbanları olsa gerek, hayatı ıskaladıkları için.

Ben kendi kafa karışıklıklarımı seviyorum, ama sosyal ve siyasal meselelerde özellikle yaratılan kafa karışıklıkları çok can sıkıcı, her türden manipülasyona hizmet ettikleri için.

Gerçekliğin bizi ele geçirmesine, arzuların bizi kendimizden alıp götürmesine izin verdikçe, Sollers’in yazdığı gibi, dünya karşımızda belirecek…