Kafka, Welles ve biz, katıksız özneler değiliz; tarihin ve anın birer fonksiyonlarıyız. Yaşadığımız ülke(ler), sömürgen ve buyurgan kapitalizm tarafından devasa mahkeme salonlarına dönüştürülmüştür

Kafka, Orson Welles ve bitmeyen dava (I)

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

20.yy politik düşünürlerinden Deleuze ve Guattari, ‘Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin’ adlı kitaplarında şu tespiti yaparlar: “Dava, korku çağı diye adlandırılan 20. yüzyılda insanoğlunun artık neredeyse kurtulunması olanaksız bir yazgıya dönüşmüş olan kuşatmalı yaşamının hikâyesini anlatır... Bu aşamadan sonra yaşayacakları, tutuklanma öncesinde yaşayacaklarından çok da farklı değildir.”

Kafka’nın bütün metinleri olağanüstüdür ancak Dava’nın yeri ayrıdır. Bitirdikten sonra arka kapağın iç kısmına şöyle yazmıştım: ‘Yaptıklarımıza bakıp övünecek o kadar az şeyimiz var ki. Kaldırımda uyuklayan sokak köpeğinin masumiyetine ne kadar da uzağız. Barbarlığı yaratan biziz, onunla mücadele eden de. Yaşamla bu denli hoyratça oynayan başka varlık yok. Bu da bizim biricik ayrıcalığımız.”

Dışavurumun aracı dil olunca, avantajları ve yetersizlikleri üzerine düşünmeden edemiyor insan. Madem diyeceklerimiz var, tam olsun istiyoruz. Sartre’ın şu sözü meselenin iyi bir özetidir: “Dil eksikli bir şeydir. Her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz.” Kime ait olduğunu anımsamadığım şu sözü de severim: “Hayatın kurgusu edebiyatın kurgusundan daha yaratıcıdır. Çünkü hayat, bir yazarın sahip olduğu kısıtlara sahip değildir." Bundan birkaç ay önce bir adam kendini Boğaz Köprüsü’nden aşağı bıraktı. Basından okuduğuma göre bir kadın sürücü, “atlayacaksan atla, trafiği tıkıyorsun!” diye bağırmış. Zavallı adam, “demek öyle ha!” deyip atlamış. Oysa polis adamı ikna etmişmiş. Bir senaristin ya da yönetmenin daha trajik sahneler yaratması mümkün görünse de, asıl ipler hayatın elinde. Dil hakkında son bir “aforizma” da benden olsun: “Göz, varlığın yarısını görür; dil, çeyreğini bile tarif edemez. Buna rağmen dil, tekil ve kolektif zihni besleyen en kadim kaşıktır. Onu keserlerse her yerinizden kanarsınız.”

Hayatı ve anlamı dil üzerinden tekrar yaratabilene ‘yazar’, kullandığı dile de ‘iyi dil’ denir. Dilin zamanla gelişmesi, eskiye oranla daha iyi kullanıldığı anlamına gelmez. Hal böyleyken yazı sanatı, bilim gibi katlanarak gelişen bir disiplin değildir. Öyle olsaydı, Dava bütün zamanların en iyi romanlarından biri olmazdı. Dahası, bugün bile tüylerimizi diken diken eden, duygularımızı titretip aklımızı hareketlendiren, kaynağı ve zamanı belirsiz halk sözleri ve deyişler var. Ve dil, sadece harflerden oluşmaz; ezginin, görselliğin de dili vardır.

Kafka, başkalarının görmediği kâbusları gördüğü için Kafka’dır. Kimliksiz kişiliğine(Yahudi mi, Çek mi, Alman mı, hepsi mi, hiçbiri mi?) ve çok dilliliğine rağmen kendi dilini yaratabilmesi onun biricik ayrıcalığıdır. Küreselleşen dünyanın ‘insansı’ varlığı için bir avantaj sayılabilecek çok kültürlülük ve çok dillilik, yaklaşık yüz yıl önce ciddi bir handikaptı. Toplumların uluslaşma eğilimlerinden ötürü ülkelerin ve kültürlerin sınırları keskinleşirken, varoluşun olanakları üniter(tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek din, tek köken, tek mezhep vs) itkilere indirgendi. Kafka’nın o günden bugüne seslenebilmesinin nedeni, Deleuze’ün tabiriyle ve tespitiyle, ‘yersiz ve yurtsuzluğun’ dilini kullanarak ‘minör bir edebiyatı’ yaratabilmesidir. Onun melez dili, bugün yaşamakta olduğumuz distopyanın anti-tezi olan ütopyanın diline dair ipuçları barındırır.

Bir hikâyeyi okurken zihnimizde canlandırırız. Bunun için kendi birikimlerimizden faydalanırız. Yazara düşen, ürettiği metinle okuyucunun zihni arasındaki etkileşimin kesintisiz olmasını sağlamaktır; boşlukları okura bırakır. O yüzden denir ya, ‘en iyi yönetmen okurdur’ diye. En az sözcükle en zor temaları işleyebildiği için şiirin dili ve kurgusu en zor olanıdır; iyi şairle iyi okurun buluşması ise tam bir şölendir. Şiirdeki bu olağanüstü sözcük verimliliğine ve tematik derinliğe ulaşılmasında ‘bilinçdışının’ da rolü vardır. Kurgu bir metin olarak Dava, tek plan kâbusu andıran kurgusallığıyla, zengin sembolizmiyle ve şiirsel(imgesel) diliyle Kafka’nın bilinci kadar bilinçdışını da yansıtır. Diyeceğim; dilden görüntüye aktarım zaten sıkıntılı bir iş iken, bilinçdışına dair referansların olduğu bir metni sahnelemek her yönetmenin harcı değildir. Yönetmen Orson Welles ise, işler değişir.

Dava’yı okuyan ve Kafka metinlerine ilgi duyan biri olarak Welles’in filmini izlerken, istemeden de olsa eksilmelerin izini sürmüştüm. Usta yönetmen kayıpları en aza indirgemekle kalmamış, yorumlarıyla ana fikri güçlendirmişti. Kâbusu andıran bir hikâyeyi, teknik ve tematik geçişlerle ‘tek bir plan’ gibi algılatması, her türlü kayıp riskini ortadan kaldırdığı gibi, bana soru sorma fırsatı da vermemişti. Film bittiğinde yanıtlarla baş başa kalakalmıştım.

Malumunuz Dava’nın yazıldığı dönem, Avrupa’da faşizmin filizlenmeye başladığı dönemdir. Kafka’nın yaşadıkları ve yarattığı kahraman K.’nın başına gelenler, bir dizi saçmalık ve çelişki tarafından örülmüş bir kâbus gibidir. Varoluşçulara göre, zaten saçma olan ve sırf bu yüzden anlamlandırılması gereken yaşamın, bürokratik ve baskıcı sistemlerce kâbusa dönüştürülmesi çoğu insan için seçeneğin “ikiye” indirgenmesi anlamına gelmektedir: intihar etmek ya da infaza rıza göstermek... Romandaki K. hikâyenin başından sonuna nispeten uysal bir karakter çizer; cellâtlarına direnmez. Filmde ise ilk sahneden itibaren itiraz eden ve muhataplarını küçümseyen bir K. görürüz, buna rağmen kaderini kabullenmişe benzer. Filmdeki K.’nın genel tavrındaki farklılık Welles’e sorulmuş. Yönetmenin yanıtı nettir ve tüm farklılıkları kapsar niteliktedir: “Filmim, metnin tam karşılığı değildir; romandan esinlenmedir ve işbirlikçim Kafka’dır.”

İki K. karakteri arasındaki farklar bir yana; Kafka, Welles ve biz, katıksız özneler değiliz; tarihin ve anın birer fonksiyonlarıyız. Yaşadığımız ülke(ler), sömürgen ve buyurgan kapitalizm tarafından devasa mahkeme salonlarına dönüştürülmüştür. En kötüsü, bedenlerimizin ve zihinlerimizin içinden geçen, geçerken kirini bırakan bir iktidar matriksine tabiyiz. Ondan ne şekilde ve ne düzeyde etkilendiğimiz aramızdaki farkların nedenleridir. Lakin hiçbir fark, katıksız bir öznenin oluşmasına yetecek ölçüde bünyede barınmaz. ‘İyi farkları’ daimi kılmaya çalışmak özneleştiren değil, en fazla ‘insanlaştıran’ bir eylemdir. Bu bağlamda bir kişiyi diğerinden ayıran şey, iktidar enjeksiyonu karşısında verdiği (alerjik) tepkilerin niteliği ve sıklığı tarafından belirlenir. Dava, Kafka’nın K. üzerinden verdiği bir tepkidir. Devam yazımda film olarak Dava’yı ele almaya çalışacağım.