Bütün belirsizliklere ve akıp giden zamana karşı sessiz sakin koltuğuna oturmuş bir insan hayal edelim. Koltuğunun arkasında bir kütüphane olsun. Işığı biraz azaltsın bu insan ve bir kitabı açsın.

Kâğıttan yaşamlar

ŞAFAK BABA PALA

İlkokul yıllarımdı. Hiç unutmam ailecek yakın şehirlere yolculuklar yapardık. Cenaze veya düğün için olurdu bu yolculuklar çoğu zaman. Sebebi ne olursa olsun mutlu olurdum yola çıkmaktan, yolculuktan. Çocuk aklı değişik çalışır bilirsiniz. Benim mutlu olmamın bir sebebi de dönüş yoluyla ilgiliydi aslında. Dönüş yolunda bir kasabadan geçerdik. O dönem Ankara Bursa yolu Bilecik’in ilçesi olan bu kasabanın da içinden geçerdi. Biz o zamanlar çevre yolu diye bir şey bilmezdik. Dönüşlerimiz çok farklı saatlerde olurdu. Ben akşamları ya da pazar günleri dönmeyelim diye içimden dua ederdim. Neden derseniz, bir operasyonum olurdu dönüş yolunda. Bu operasyon, giderken olamazdı çünkü giderken yolun karşı tarafında olurduk ve kimse benim için hele zamanla yarışırken yolun karşısına geçmezdi. Dönüşte işim kolaydı. Bizimkiler genellikle biraz alışveriş yaparlardı. Taze süt ürünleri, doğal ürünler bilirsiniz herkesin ilgisini çeker. Benim operasyonum da tam o zaman başlardı. Bir kitapçı vardı dönüş yolunun üzerinde. Vitrininde birçok kitap bulunurdu. Rengârenk kapaklı Altın Çocuk Kitapları, Milliyet Yayınları Çocuk Kitapları Dizisi, Kemalettin Tuğcular da olmazsa olmazdı elbette. İşte ne yapar eder babamı sokardım bu kırtasiye dükkânına. Seyahatlerimizde birçok kitap almıştım okumak için. Ve bu yalnızca bir okuma ritüeli değildi. Hem okuma, hem biriktirme, hem keyif vardı bu operasyonumun alt metninde.

Çocukluk ilginç bir dönem. Hayaller ve gerçekler birbirine karışıyor. Şimdi yazarken gerçekten böyle bir kırtasiye dükkânı var mıydı, diye düşündüm. Ve aslında yaptığım iş çok akıllıca bir iş değildi. Öyle bir çileydi ki yol boyunca yaşadığım. Acaba kitapçı açık mıydı? Ya babam durmazsa orada ya da bugün sana kitap alamayacağız, derlerse. Sonuçta Türkiye’nin büyük şehirlerinden birinde yaşıyordum. Neden yol ortasında böyle bir operasyon yapıyordum ki? Yaşadığım şehirde bulamayacağım bir kitabın o kasaba kitapçısında olması gibi bir gerçeklik de yoktu elbette. Gerçek olan, kitap bir tutkuydu sanırım bazıları için ve en çok da çocukluk dönemlerinde bu tutkuyla tanışıyorduk.

Edebiyatın kendimizi tek ve özel duyumsamakla ilgili bir yanı var diye düşünüyorum. Yazarla aramızdaki bağı seviyoruz. Okuduğumuz metinle beynimizde uçuşan düşünceler bize var olduğumuzu duyumsatıyor. Ve ne olursa olsun, nerede olursa olsun okuma eylemi içinde bir ritüeli barındırıyor. Kitabı elimize aldığımız anla başlayan başka bir hikâye de yaşıyoruz. Biriciğiz, varız. İşte o yüzden yukarıda yazdığım anım, sonuçta içinde yalnızca bir alışverişi barındırsa da önemli. Çünkü içinde kitap var, ben varım, Sefiller romanındaki Küçük Cosette var, Küçük Kadınlar’daki Jo var ama özünde hep ben varım.

Hayat denen bu döngünün içine düştüğümüzden beri aslında sersemlemiş bir durumdayız. Düşünsenize bir yere fırlatılmışız ve üzerimize birçok yük binmiş. Ana dilimizi duyuyoruz ve öğreniyoruz. Okumayı, yazmayı, iktidar ilişkilerini, ölümü öğreniyoruz, öleceğimiz gerçeğini algılıyoruz. Tam bir bilgi bombardımanı altındayız. İçinde savrulduğumuz hızla akıp giden bir yaşam var önümüzde. Ve hiç de bize seçimlerimiz sorulmamış. Fabrikaların üretim bandında ilerleyen bir nesne gibiyiz adeta. Off çok karmaşık değil mi bütün bunlar? İşte iyi ki atamadığımız o çığlığı duyan kitaplar var karşımızda. Bakış açımızı değiştirerek, bizim bu kaosu anlamlandırmamızı sağlayan kitaplar. Bizim gibi yaşayan insanların çığlıkları, anlam arayışları, bir şekilde yaşama tutunuşlarının karşılığı kitaplar bizi çevreliyor ve belki de böylece tahammül edebiliyoruz bu garip dünyaya. Ve işte teklikten çokluğa da geçiveriyoruz böylece. Hem biriciğizdir hem de diğer insanlarla birizdir, birlikteyizdir.

Kitapla tanıştığımızda öğrenme tutkusuyla da tanışmışızdır. Hadi bakalım yetişmeye çalışalım. Ölmeden ne var ne yoksa öğrenelim. Neleri kaçırdığımızın kaygısı da içimizde bizi kemirmeye başlamıştır. Buna yaşamı ıskalama kaygısı da denebilir belki de. Yaşamak için ölüm cezası korkusuyla durmadan bir şey yapmalıyız, der Ortega. Hızla geçip giden zamanı, hayatımızın kısalığını öğrenmek ve bunu bilerek yaşamayı sürdürmek sarsıcı bir gerçeklik. Hepi topu, kaliteli geçirilebilecek, ortalama altmış yılımız var, diyebiliriz. O da şanslıysak. Nasıl paniğe kapılmayalım ki? Değiştirmeye gücümüzün yetmediği gerçeklikler de ayrı bir sıkıntı elbette. Eşitsizlikler, haksızlıklar, bencillikler, siyaset, etik değerlerin yok sayılması... Neleri, nasıl okuyacağımız, anlamlandıracağımız sorusu da eklendiğinde bütün bunlar çok karmaşıklaşır.

Bir de buz dağının görünmeyen yüzü vardır. Kitaplar, insanlarda değişikliklere de yol açar hepimizin bildiği gibi. Carlos Maria Dominguez Kâğıt Ev novellasında bu konuya değinmiştir. Kitap aşağıdaki cümlelerle başlar.

“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.

Kitaplar insanların kaderini değiştirir. Kimi Malezya Kaplanı’nı okuyup uzak diyarlardaki üniversitelerde edebiyat profesörü oldu. Siddhartha binlerce gencin Hinduizm’e merak salmasını sağladı, Hemingway onları sporcu yaptı, Dumas binlerce kadının hayatını alt üst ettiyse de, yemek kitapları sayesinde intihardan kurtulanların sayısı hiç de az değildi. Ne var ki Bluma kitap kurbanlarından biri oldu.

Ama tek kurban o değildi. Antik diller profesörü yaşlı Leonard Wood kütüphanesindeki raftan kafasına düşen beş ciltlik Britannica Ansiklopedisi ile felç oldu;..”1

Evet kitaplar yazarın da dediği gibi insanların kaderini değiştirir. Onları bir yola çıkarır. Novellanın devamında yazar yol metaforundan da söz eder. “Kimi fikirlerin aklımı çeldiğini itiraf etmeliyim ama bir okur zaten var olan bir yolda ilerleyen bir yolcudur. Ve bu yol sonsuzdur. Ağaç kaleme alınmıştır çoktan; taşı ve dalı kıpırdatan rüzgâr, bu dala duyulan özlem ve gölgelerin yasladıkları sevda…”2

Ağaç kaleme alınmıştır çoktan; taşı ve dalı kıpırdatan rüzgâr, bu dala duyulan özlem ve gölgelerin yasladıkları sevda…

İşte tam da bu anlatım belki de, tutkulu okuru metne çeker. Bir anlam arayışı, estetik bir biçim arayışı, yaşamı anlamlı kılmaya özlem. Özel olmaya, insan olmaya bir gidiş.

Kâğıt Ev kitabında yazar biriktirmenin kısır döngüsüne de değiniyor. “Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana… Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da, başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.”3

Yazımın başlarında kitaplar ve onları biriktirmek bir tutku olur, insan bu karmaşık yaşamın içinde kitaplara tutunur demiştim. Bu yazıyı bir görüntüyü hayal etmenizi isteyerek bitireceğim. Bütün belirsizliklere ve akıp giden zamana karşı sessiz sakin koltuğuna oturmuş bir insan hayal edelim. Koltuğunun arkasında bir kütüphane olsun. Işığı biraz azaltsın bu insan ve bir kitabı açsın. Yeni bir hayatın kapıları açıldı mı, o insanın gözlerinin önünde? Sanki ben bir ışık da gördüm kitaptan yayılan. Ve o insan, kitabını bitirip kapatınca arkasındaki kütüphaneye yerleştirsin. Benim hayal ettiğim görüntüdeki insan, öylece yitip giden her şeye inat varız, biriciğiz ve birlikteyiz, diye düşünmez, düşünmüyor. Ama kendini iyi duyumsuyor, neden böyle olduğunu bile tam ayırt edemeden belki de. Bende canlanan görüntü böyle, peki sizin hayalinizdeki insan ne düşünüyor, düşündü acaba? Sonsuz sayıda düşünce olabilmesi olasılığı sizler için de çok heyecan verici değil mi, ne dersiniz?


1Carlos Maria Dominguez, Kâğıt Ev, 6 baskı, Jaguar Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s.11

2Carlos Maria Dominguez, Kâğıt Ev, 6 baskı, Jaguar Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s.44

3Carlos Maria Dominguez, Kâğıt Ev, 6 baskı, Jaguar Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s.20