Tarihin akışında rutin bir olgudur, birileri yurdunu savunur (ki Bizans Osmanlı’dan önce ordaydı) diğerleri de imparatorluğunu genişletmeye çalışır. Dizinin girişinde söylendiği gibi bir imparatorluğun yükselişi diğerinin düşüşünü gerektirir. Temel sorun bunlardan birini kahramanlaştırıp diğerini ‘kahpeleştirmektedir’.

Kahpe Bizans’ın düşüşü

MURAT TIRPAN

Bazı televizyon ya da sinema işleri insanların beklentileri ve izledikten sonraki yorumlarını düşündüğümüzde onların hayat ufkunu ve konumlarını belli eden bir turnusol kâğıdı gibi iş görebiliyor. Netflix’in yeni kurgu-belgeseli (docu-drama) Rise of Empires Ottoman tam da böyle bir iş. ‘Kahpe Bizans’ın düşüşünü mü görmek istiyorsunuz yoksa İstanbul’un fethini mi? İyi çekilmiş yeni bir Fetih 1453 mü tatmin eder sizi, yoksa fethin iki ay sürdüğünü ve şehir düşene kadar her saldırıda Osmanlı’nın kaybettiğini görmekten mutsuz mu olursunuz? Netflix yeni dizisinde ulusal refleksleri harekete geçirecek bir hikâyeden ziyade -birçok farklı örnekte yaptığı gibi- Rise of Empires Ottoman’da da hem izlenir olmaya hem de bunu yaparken ortada durmaya çalışıyor.

Aslında bu belgesel daha önce platformda izlediğimiz “Roman Empire” adlı belgesel serisinin 2. Mehmet döneminde geçen bir tür devamı sayılmalı.

Roman Empire’da Jül Sezar’ın ilginç öyküsünü ve Roma Cumhuriyeti’nden nasıl Roma İmparatorluğu’na geçildiğini tarihçilerin yorumları eşliğinde izlemiştik. Şimdi de Fatih’in İstanbul’u alışına (ya da başka bir açıdan Konstantinopolis’in düşüşüne) tanık oluyoruz. Format aynı. Bu format yadırgatıcı da değil, platformun dünyanın her yerindeki tarih meraklısı izleyiciye sunduğu garantili bir formül. Taraflar arası dengeyi tutturmaya çalış, temel tarihsel bilgilerden ayrılma, ilgi uyandıracak küçük yan hikâyeler kullan ve finale kadar merak duygusunu uyandıracak bir kurgu kullan. Rise of Empires Ottoman aslında normalde üzerinde çok durulacak bir dizi de değil, hatasıyla günahıyla fena sayılamayacak öğretici bir kurgu belgesel. Biz Türk izleyicilerin ince eleyip sık dokuması ise tamamen Diriliş Ertuğrul fanlarının ulusal reflekslerinden ve Cüneyt Arkınlı geçmişimizden kaynaklanıyor.

Aslında bütün mesele özetle gemilerin karadan yürütülüşü meselesidir! Düşünelim, İstanbul’un alınması meselesi gündeme gelince biz Türklerin aklına ilk gelen şey, hayır tarihin ilk süper topu olan Macar yapımı Şahi falan değil, küçüklüğümüzden itibaren öğretilen karadan yürütülen gemilerdir. Dizide ise bu mesele hiç de öyle gösterişli değil, büyütmeden geçiştirilmiş durumda. İzleyicimizin aklına önce gemiler gelir çünkü bu hikâye Fatih’in büyük yıllar boyunca bir komutan, mitolojik bir karakter, hatta peygamber temsilcisi gibi anlatılmasına sebep olmuştur. Fetih 1453 filmindeki gemilerin çekildiği epik sahneyi hatırlayın, bu sahne Benedict Anderson’un “print capitalism” dediği şeyin bir örneğidir. Anderson uluslaşma sürecinde dilin kritik rol oynadığını ulusal gazeteler ve romanlar sayesinde kapitalist bir temel üzerinde ulus-devletlerin güçlendiğini yazar. Milliyetçiliğin güçlenmesi basılı kapitalist ürünler üzerinden gerçekleşmiştir. Anderson’a şöyle bir ekleme yapabiliriz, günümüzde “print capitalism”in yerini daha çok -tabirimiz caizse- “visual capitalism” almıştır. İşte bu yüzden ulusal refleks Fetih 1453 filminin yapılmasına değil, “kötü yapılmasına” tepki gösterir. Hedefi global izleyici olduğundan Netflix doğal olarak bunu yapamaz, meseleyi dengeli yazılmış daha bir savaş dramasına çevirmeyi tercih eder. Çünkü ideolojik olan tipik bir Netflix dizisi için risktir.

Bu argümana La Casa del Papel gibi örneklerle karşı çıkılamaz çünkü kapitalizm bizatihi genel ölçütte kendisine muhalefet eden örneklere de ihtiyaç duyar (Bundan dolayıdır ki mali krizler de kapitalizmin en büyük dostudur.) Genel bir çerçevede ifade edilen muhalifliğin zararı yoktur, bir ulusun tarihsel reflekslerini parlatmak ya da eleştirmek ise satmaz, sadece tartışma yaratır. Bu yüzden aslolan karakter dramasıdır, Fatih’in yanında, Cenevizli paralı asker Giustiniani hatta Damla Sönmez’in küçük karakterine de ihtiyaç vardır. Bu bağlamda bizim tarihsel işlerimizdeki gibi çoğunlukla rakiplerin kötülükten ibaret karton karakterler olması yanlışına düşmeyen dizi Fatih’in özel karakterini elinden geldiğince anlatmaya çalışırken karşısına da Giustiniani’yi koyuyor. Örneğin biz 1951 yapımı İstanbul’un Fethi ve Fetih 1453 gibi filmlerde de bu karakteri görmüştük ancak bu kez içi boşaltılmış bir “düşman” imgesi ile değil, dönemin enteresan bir karakteri ile karşı karşıyayız. Elbette bu da kahramanın ‘quest’ini daha doyurucu hale getiriyor. İçi boş “Kahpe Bizanslılar” yerine gerçek insanları yenmiş oluyor Sultan Fatih!

Eric Hobsawm’ın vurguladığı gibi ulus devletlerin milli tarihlerini yazarken ‘geleneğin icadı’na ihtiyaçları vardır. Doğru ya da önemli olup olmamaları fark etmez, dizide karadan yürüyen gemilere yeterince önem verilmemesine ya da Fatih’in hocası Akşemseddin’in fetihteki rolüne, Ulubatlı Hasan’ın bayrağına, Fatih’in babasına yazdığı mektuba vb. yer verilmemesini eleştiriyoruz. Ama zaten bunların bir kısmı tarihsel olarak gerçekliğinden emin olmadığımız hikâyeler. Muhtemelen icat edilmiş ya da abartılmış şeyler. Rise of Empires Ottoman bu tür “milli” hikâyelerimizden ziyade daha “zararsız” efsaneleri öne çıkarmış. Mesela dizide “kanlı ay”ın ortaya çıkması, kızıl elma ya da Meryem Ana’nın Aya Sofya’yı terk etmesi gibi mistik ama zararsız noktalar öne çıkıyor. Burada sadece dizide olmayan şeylerden çok var olan bazı şeylerin fazla dramatik hale getirilmesi eleştirilebilir. Damla Sönmez’in karakterinin Fatih’e verdiği dersin çok anlamlı olmaması gibi. Buna bir de uzmanlığı Osmanlı tarihi olmayan Celal Şengör gibi birinin neden danışman olarak seçildiği sorusunu ekleyebiliriz.

Tarihin akışında rutin bir olgudur, birileri yurdunu savunur (ki Bizans Osmanlı’dan önce ordaydı) diğerleri de imparatorluğunu genişletmeye çalışır. Dizinin girişinde söylendiği gibi bir imparatorluğun yükselişi diğerinin düşüşünü gerektirir. Temel sorun bunlardan birini kahramanlaştırıp diğerini ‘kahpeleştirmektedir’. Rise of Empires Ottoman’ın elbette hatası günahı var, elbette biraz fazla Batılı ve platformun standart drama formatına göre işlenmiş ama en azından hamaseti dramatikleştirme hatasına düşmüyor. Hamaset ile husumet yakın akrabadır, hamaset yaptığınızda yani kelimenin gerçek anlamıyla bir şeyleri kahramanlaştırdığınızda ötekilere insanca bakmak yerine husumet yapmış olursunuz. Tarihsel dramaların en büyük başarısı da bunlardan mümkün olduğunca kaçınabilmektir.

cukurda-defineci-avi-540867-1.