AKP hükümetinin ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nün, Cebeci Kampüsü’ne dönük saldırgan tutumunun altında yatan temel motivasyon, bu fakültelerdeki akademisyenlerin kamusal rollerinin bilinciyle memleket meseleleri konusunda özgürce tutum almaktan geri durmamalarıdır

Kahraman akademisyen, Süper Başkan'a karşı

Mutlu Arslan

Herkes bir kahraman arıyor. Cesaretini kuşanmış, kariyerini ve kazancını feda etmeyi göze almış birilerinin tek bir hamleyle 15 yıllık AKP iktidarının façasını bozup bizi bu hayattan çekip çıkarmasını bekliyor herkes. Kimi zaman şöhretli bir sanatçı, kimi zaman bir futbolcu, kimi zaman da bir TV spikeri… Gurur duyuyoruz, destek oluyoruz, gaz alıyoruz, gaz veriyoruz. Derken kendimizi bir sonraki kahramanımızı beklerken buluyoruz, cesaretini kuşanmış, kariyerini ve kazancını feda etmeyi göze almış…

Solun örgütlü kesimlerinin sesinin kısıldığı, muhalefet dinamiklerinin şiddetle bastırıldığı bir dönemde, gündelik hayatta bir rekabet üstünlüğü yaratarak bize katlanma gücü sağlasa da, kahramanlar bekleyerek geçen bu muhalefet tarzının geniş toplum kesimlerine bir faydası dokunduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Madalyonun diğer yüzünde ise halkla doğrudan bağ kurmaya yönelik faaliyetlerin kendi yerelliğiyle sınırlı kaldığı ve kapsayıcı bir kitle mobilizasyon yaratamadığı gerçeği duruyor. “Popüler olan” ile “örgütleyici olan” arasında aşamadığımız sınırlar, solun toplumsal etkinliğinin sınırlarını da tayin ediyor.

Akademi direnişine içerden bakış
7 Şubat gecesi yayımlanan KHK ile Ankara Üniversitesi’nden 72 akademisyenin birden ihraç edilmesinin ardından Cebeci Kampüsü’nden başlayarak Türkiye’nin farklı üniversitelerine yayılan “Akademi Direnişi”, yukarıda bahsettiğim popüler olan/örgütleyici olan ikileminin sınırlarını aşan önemli bir mücadele deneyimi olarak gelişiyor. Dolayısıyla son 2 haftadır Ankara’da yaşananlara biraz daha yakından bakmanın sadece akademi için değil, toplumsal muhalefetin geneli açısından öğretici olacağını düşünüyorum.

Öncelikle mücadelenin geliştiği ortamı biraz tanımakta fayda var. İçinde Siyasal Bilgiler Fakültesi, İletişim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi ve Hukuk Fakültesi’nin bulunduğu Cebeci Kampüsü, Türkiye’deki akademi geleneğinin kendine özgü kurallarının bir biçimde işlemeye devam ettiği, fakültelerin tarihsel önemleri nedeniyle de hem akademisyenlerin hem de öğrencilerin bilimsel özgürlüklere ve demokratik teamüllere büyük gayretle sahip çıktıkları bir yerdir. Bu özellikleriyle de Ankara Üniversitesi’nin diğer kampüslerinden, hatta Türkiye’nin pek çok üniversitesinden ayrılmaktadır. AKP hükümetinin ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nün Cebeci Kampüsü’ne dönük saldırgan tutumunun altında yatan temel motivasyon da bu fakültelerdeki akademisyenlerin kamusal rollerinin bilinciyle memleket meseleleri konusunda özgürce tutum almaktan geri durmamalarıdır. Bunu kahramanlık dürtüsüyle değil, içinde yetiştikleri akademik kültürün kendilerine yüklediği kamusal sorumluluk bilinciyle yapmaktadırlar. Daha kampüsün kapısına varmadan dört kere yapı bozuma uğratılacağın bir akademik ortam bir kahraman için pek de verimli bir yaşam alanı sayılmaz zaten.

Övgüyü ölçüsünde bırakmakta fayda var. Nitekim son 5-6 yıldır kampüste bulunan fakültelere, öğrencilere ve akademisyenlere yönelik AKP’nin sistematik saldırılarına karşı fakülte kurullarının ve akademisyenlerin bütünlüklü bir duruş geliştirmedikleri hatta fakültelerin idarecilerinin topyekûn bir teslimiyet içinde olduklarını da görmemiz gerekir. Akademisyenlerin bu parçalı-ikircikli tutumlarının ve idarecilerin teslimiyetçi çizgilerinin son yaşanan kıyımda payının olduğu unutulmamalıdır. 1 Eylül 2016 ve 6 Ocak 2017’de aynı kampüsten 20 akademisyenin ihracına da yeterli ve güçlü bir karşı duruşun örgütlenemediği de bir gerçektir.

7 Şubat’ta yaşanan ihraçlar sonrasında gelişen direniş de zaten akademisyenlerin kendilerine ilişkin bu gerçeğin farkına varmalarıyla açığa çıkabilmiştir. 8 Şubat sabahından itibaren Siyasal’ın arka bahçesinde birikmeye başlayan ihraçlar kalabalığı, kendilerinden önce ihraç edilen arkadaşlarıyla yüz yüze geldiklerinde aynı zamanda yeterince yerine getiremedikleri sorumluluklarıyla da yüz yüze gelmiştir. Bu sorumluluk bilinci daha 8 Şubat sabahından itibaren kampüste bulunan her hocaya egemen olmuştur. İhraçların sayısı akıl almaz boyutta olduğu için bu sorumluluk bilinci sadece atılan arkadaşlara ilişkin bir kaygı olmaktan çıkarak, her birinin kendine ait tarihi olan fakültelerinin ve öğrencilerinin geleceğine ilişkin kaygıyı da kapsamıştır.

Aynı günün akşamında yapılan Eğitim Sen Üniversiteler Şube Meclisi toplantısına katılan 200’ün üzerinde akademisyen; arkadaşlarına, fakültelerine ve öğrencilerine karşı duydukları sorumluluk duygusuyla, KHK’leri ve sonuçlarını bütünüyle reddeden ortak bir tavır ortaya koymuşlardır. “Hayır Gitmiyoruz” sloganıyla ifadesini bulan bu tavır, daha önceki ihraçlarda yaşanan hüzünlü vedalaşmaların yerine kararlı bir direniş olanağını da ortaya çıkarmıştır. Kampüste bulunmaya devam etmek, meseleyi gündemde tutmak için kampüs merkezli eylemler yapmak, odaları kendiliğinde boşaltmamak ve bulunulan her ortamda akademik üretkenliğe devam etmek şeklinde gelişen “Hayır Gitmiyoruz” tavrı, daha önce Türkiye’nin farklı üniversitelerindeki ihraçlarda sıklıkla karşılaştığımız haksızlığa uğramışlık duygusunu aşan, yaşanan mağduriyetin acısına teslim olmayan bir mücadele imkânı yaratmıştır. Kuşkusuz bunu kolaylaştıran en önemli şey Cebeci’nin akademi kültürü ve ihraç edilen akademisyen sayısının fazlalığıdır. İhraçların yaşandığı andan itibaren sosyal medyada yaygınlaşan ve akademisyenlerin kararlı tutumu görüldükçe giderek yükselen toplumsal destek, Cebeci’deki direnişin moral motivasyonunu da yükseltmiştir. Kampüste bulunan öğrencilerin hocalarını sahiplenmesi de mücadeleyi sürdürülebilir ve anlamlı kılmaktadır.

Peki ya şimdi?
Cebeci Kampüsü’nde ihraç edilen akademisyenlerin henüz hiçbirisi odalarını terk etmedi. Her gün farklı fakültelerde gerçekleştirilen açık dersler, ortak dersler, forumlar ve toplantılar aracılığıyla akademik paylaşımlar bir biçimiyle devam ediyor. Kampüs içerisindeki bu etkinliklerin dışarısıyla buluşması ise Rektörlük ve Valilik tarafından şiddetle engelleniyor. Geçtiğimiz hafta gerçekleştirilmek istenen Büyük Buluşma’daki polis vahşeti, kampüs girişinde her gün yaşanan arbedeler direnişi kampüse hapsetmiş görünse de sosyal medya ve iletişim teknolojilerinin olanakları içeride yaşananların yayılmasını sağlıyor.

Henüz herhangi bir şey başarmadık, henüz hiçbir arkadaşımızı işe geri döndüremedik, henüz üniversiteleri derin uykusundan uyandıramadık, henüz öğrencilerimizin kapatılan derslerini dolduramadık bile. Şimdiye kadar yapabildiğimiz tek şey, içine atıldığımız durumu kabullenmemekti ve gördük ki bu bize büyük bir enerji verdi. Bu kabullenmeme duygusunu yaygınlaştırmak ve kolektif biçimde farklı yollar açabilme yaratıcılığını geliştirmek gerekiyor. 2 haftaya varan mücadelede şu ana kadar çıkarabildiğimiz en önemli ders budur.

Biz kahraman değiliz… Zaten bizi kahramanlar falan da kurtarmayacak. Bizim kahramanlara değil, kararlı ve ne yaptığını bilen örgütlü kalabalıklara ihtiyacımız var.