Kahramanıma ve başka bir Ankara’ya dair…

Uzaklardan…

1960 senesinin Şubat’ında Ankara’nın şimdilerde unutulmuş bir semtinde dünyaya geldim, çok soğuk bir günmüş, günlerden cuma, hep öyle anlatır annem. Adını sokağından alan, balkonunda sarmaşıkların olduğu, önü sokağa, arkası boş arsaya bakan o üç katlı mavi apartmanda geçti çocukluğum ve hâlâ durur o apartman. Şimdi düşününce anlıyorum ki arabalarla henüz tanışmamış, hırpani ama sevimli kedilerin, köpeklerin cirit attığı, çocuk seslerinin her daim yankılandığı o sokak koskoca bir oyun parkıymış. Futbola o sokakta sevdalandım, hem de ilk görüşte. O mavi apartmanın arkasındaki arsada başladı futbol hikâyem, mahalle maçları o hikâyenin girişi. Lakaplarımız olurdu; en iyimiz mutlaka “Pele”, en kötümüz “kova”. Formalarımız olurdu faniladan bozma, arkasına ayakkabı boyasıyla ad ve numara yazdığımız…

Sonra topumuz; bin bir güçlükle biriktirilmiş harçlıklarla mahalle bakkalından alınmış iki plastik top: Biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgârdan uçmasın diye… Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz… Kimse kaleci olmak istemezdi. Kanayan dizlerimiz, sahi ne çok kanardı dizlerimiz. Hep yenerdik aşağı mahallenin takımını, hep yenerdik! Yenilen takım yenen takıma istemeye istemeye gazoz ısmarlardı. Uludağ gazozu ve içine karper peynir konulmuş çeyrek ekmeğin tadı da ayrı olurdu, bilsen! Taş plaklarda Zeki Müren’in sesinin yankılandığı yıllardı…

PTT benim ilk takımım, sarı-siyah PTT. Sanırım 1967 ya da 1968 senesiydi. Elimden tutup o eski statta ilk maçıma götürürken, “Bugün onu izleyeceksin!” demişti. Sormamıştım kim olduğunu ama çocuk aklımla bilmiştim diğerlerinden farklı olduğunu, zaten futbolu en iyi kahramanım bilirdi! Nereden bilebilirdim, aradan geçen onca seneden sonra, 2012 senesinin baharında “Çizgideki Gladyatör” ile yedi tepeli şehirde, Kadıköy’de çok sevdiği Nazım Kültür Merkezi’nde bir araya gelip söyleşi yapacağımızı, o günlere döneceğimizi. Gözleri dolmuştu anlatırken, ayrılırken “Ankara’ya selam söyle,” demişti. O söyleşiden kısa süre sonra, 24 Ağustos 2012 günü, 64 yaşında, Samatya Devlet Hastanesi’nde aramızdan ayrıldı Metin Kurt, hatırası hep benimle…

***

Efsane 7 numara, PTT’den Galatasaray’a transfer olduğunda üzülmüştü kahramanım. Onun gidişiyle mi eridi gitti, yoksa zamana mı yenik düştü PTT bilemem ama tıpkı Vefa’nın, Feriköy’ün, Karagümrük’ün, Şekerspor’un, Ankara Demirspor’un, Güneşspor’un eridiği gibi onlar da çekildiler yeşil sahalardan. Şimdiki futbol nesilleri bilmez, “Bir P, İki T, İşte PTT!” diye söylenen o eski tezahüratı ama gerçekten sıkı takımdı sarı siyahlılar. Ankara takımlarına sevdalıydı kahramanım, hafta sonu o eski statta oynanan maçları hiç kaçırmaz, mutlaka beni de götürürdü. Maç günleri bir şehri tribünden sevenler doldururdu o stadı. Hayatın siyah beyaz olduğu naif zamanlardı. O zamanlarda sevdalandım Ankara’nın sarı lacivertine…

Sonra iyi mi ettik bilmem ama büyüdük işte. Üniversiteydi, eğitimdi derken ayrı düştüm ailemden, şehrimden, takımımdan. İlk zamanlarda çok özlerdim o mabedin havasını, kokusunu, şimdiki gibi televizyon ekranlarıyla evlerimize de girmezdi takımlar, koyu olurdu özlem, burnunun direği sızlardı. Şairin dediği gibi, uzak dediğin önce içinde birikiyor insanın, sonrası yalnızca yol… Sadece Ankara’da olduğum zamanlarda giderdim maçlarına, mutlaka benimle gelirdi. Çocukluğumu anlatırdı hep, çok meraklıymışım futbola, bir de Teksas, Tommiks’e. Ankara’yı severmişim, bir de Erdek’i. “Maç çıkışında köfteciye gidelim mi?” diye sorardı...

Sonra alıştım uzaklara. Futbolun doğup büyüdüğü topraklarda olunca insan alışıyor haliyle, yine bulmuştum şehrin takımını. Ama ilk sevdasını hiç unutmazmış ya insan, ben de unutmadım, hâlâ asılı durur o eski poster evin duvarında. Ben uzaklardayken bensiz giderdi maçlara Ankara’da, ne zaman konuşsak anlatırdı takımın hal ve gidişini. 1981’de kupayı kazandığımızda bayram vardı şehrimde ve sanırım bir daha o bayramı hiç yaşamadı…

***

Sonra yaşlandı, gidemez oldu maçlara. Ankara’da olduğum bir zamandı yine, güneşli bir yaz günüydü, futbol sezonu henüz açılmıştı. Denizi yoktur Ankara’nın ama güneşi bir başka ısıtır insanın içini. “Seni maça götüreyim,” dedim ama gelemedi işte…

2005 senesinin Aralık ayında ayrıldı aramızdan, 13 sene geçmiş. Zaten zaman dediğin nedir ki, geçer! Bizimle olsaydı mutlaka bana yaptığı gibi Deniz’e de aşılardı futbol sevgisini, mutlaka elinden tutup onu da maça götürdü. Topunu, sarı lacivert formasını alırdı mutlaka, anlatırdı takımları, futbolcuları, çıkışta köftecide alırlardı soluğu. Şimdilerde o eski stat yıkıldı ama o yine bulurdu gidecek bir stat. Ama o Deniz’i, minik afacanı hiç tanımadı…

Geçenlerde nereden bulmuşsa evde fotoğrafını buldu ufaklık, siyah beyaz yıllarda güneşli bir Ankara günü... Şimdiki Ankara gibi değil ama başka bir şehir, başka zamanların insanları, bir daha hiç olmayacak zamanların… Başka bir Ankara fotoğrafta… O, her zamanki gibi yüzünde o çapkın tebessüm, en sevdiği film Casablanca’nın en afili jönü sanki…

Deniz uzun uzun baktı fotoğrafa, “Dedem neden gelmiyor, neden benimle oynamıyor?” diye sordu. Çocuk işte, nasıl anlatırsın ki ölümü, nasıl anlatılır ki gidenlerin boşluğu…

Velhasıl alışamadık yokluğuna, gidişinden sonra her şey yarım kaldı…

Huzur içinde yat baba…