Geçen hafta, siyasal partilerin seçim stratejilerinde önemli bir yer tutan kampanya süreçleri ve profesyonellerin rolü üzerine, yerel bir deneyim üzerinden bir değerlendirme yaptım. Hemen ardından tümüyle rastlantısal biçimde İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasını yürüten profesyonel “reklamcı” ile CHP İstanbul İl Başkanı arasında bir polemik yaşandı. Ne yazılan kitabı okudum ne de yaşanan anlaşmazlık konusuna hakimim; açıkçası kimin haklı olduğu konusuna sıkışmayı da anlamlı bulmuyorum. Birisinin çıkıp, “kahramanlıkların konuşulduğu kentte 4 yetişkin kardeş, yoksulluk ve çaresizlikten kendisini öldürürken, siz neyle uğraşıyorsunuz” demesinden korktuğumu da belirteyim.

Ama konu önemli ve o yüzden tam da oradan başlayalım isterseniz. Fatih gibi merkezdeki kenar bir semtte, yıpranmış bir apartman dairesinde, işsizlik ve borç kuyusuna itilip, oradan çıkış konusunda bir umut görmeyen dört yetişkin insan, düştükleri kuyuda onları “iplemeyen” bir dünyaya kapılarını son kez kapatıp, çileli yaşamlarına son verdiler.

Hepimiz öyle ya da böyle biliyoruz; kentlerde son dönemde en yaygın ve yoğun biriken şey yukarıdaki türden çileler, dertler, çaresizlikler. Giderek büyüyen bir koro halinde AKP iktidarını, yarattığı ekonomiyi, bölüşüm ilişkilerini, yolsuzlukları bu durumdan sorumlu tutuyoruz. Ancak içimiz tam rahat etmiyor. Çünkü çok temel bir mesele orada çözülmemiş biçimde duruyor. Bu sorunların biriktiği yerlere ve hanelere bu eleştiriyi yapanlar hala çok uzaklar. Kuşkusuz ana muhalefet partisi CHP, bu meselenin tek değil ama ana muhatabı olarak duruyor.

Geniş kesimlere seçim ötesinde dokunamamanın gerisinde siyasi-ideolojik yönelimlerden, kadro sorunlarına parti içi demokrasiden aday belirleme yöntemlerine kadar uzanan geniş ama ilişkili bir dizi neden var. Onları burada değerlendirmek mümkün değil ama bir şey açık ki, çok uzun süredir CHP başta olmak üzere solda konumlanan muhalefet, toplumun geniş kesimlerine yeterince dokunamıyor, arada uçuruma dönüşmüş bir boşluk var. Sonuçta seçim dönemleri geldiğinde, toplum-örgüt-adaylar arasında kapatılması gereken büyük uçurumlar oluşuyor.

Organik bir ilişkinin toplumun geniş kesimleriyle kurulamadığı bir ortamda, üç aya sıkışan propaganda dönemleri önemli hale geliyor. Ulaşmanın en önemli aracı, bulunan sloganlar, ceketi çıkartış biçimi, söylenen bir söz olmaya başlıyor. Tam da o noktada, bulunan bir söz, yapılan bir hareket toplumla siyasetçi arasındaki köprü işlevi görüyor ya da gördüğü varsayılıyor. Öyle olunca da kaçınılmaz olarak, o sloganı bulan ya da vücut dilini keşfeden profesyonel, seçimi kazandırdığını düşünüyor.
İstanbul’daki tartışmaya damgasını vuran kahramanlık meselesi de siyaset(çi) ile vatandaş arasındaki problemli ilişkiden doğmuyor mu? Kimse olayın bir kahramanlık meselesi olup olmadığını sorgulamıyor, mesele gerçek kahramanın kim olduğuna sıkışıyor. Açıkçası kahramanlık da, bizatihi sihirli sözcükler, hareketler, vücut dili gibi vatandaşla siyaset(çi) arasındaki derin mesafeden doğuyor. Doğuyor doğmasına da, tam da bu tartışmaların olduğu sırada, Fatih’te bir kapı bir daha kapanmamak üzere kapanırken, ne kahraman ne de sihirli sözcükler, o kapıyı aralayıp, “buradayım” diyemedi işte!

Belki de geldiğimiz nokta başarıyı değil, bu başarısızlığı sahiplenme ve kolları bu kez seçim için değil, bu hanelere teker teker ulaşmak için sıvama zamanıdır. Eğer başarı elde edilecek ve kalıcı olacaksa bu, ancak siyasetin ve siyasetçinin toplumsallaşmasıyla olacak. Siyaset(çi) ile toplum arasında uçurum kapandığında, isteyerek ya da istemeyerek o boşlukta doğan kahramanlara da, sihirli sözcüklere de, o sözcükleri bulan “dâhi” reklamcılara da ihtiyacımızın kalmayacağından emin olun!

En azından şu anki biçimleriyle….