22 yaşındaki Maurice Bavaud, bir tabanca satın almış ve Berlin’den Münih’e gitmişti. Yıl 1938 idi, Münih’te SA’lerin yürüyüşü vardı, gösterinin bir de konuğu vardı: Hitler. Maurice, misafiri tabancasıyla karşılayacaktı. Ancak yürüyüş başlayıp Hitler Maurice’nin görüş alanına girince, avcı avı vurmak için açısının uygun olmadığına karar verdi.

Maurice Münis-Paris trenine bindi, biletsizdi, Gestapo onu yakaladı ve ağır sorgulardan sonra ondan bir itiraf elde etmeyi başardı. Halk Adalet Mahkemesi kararı uyarınca Maurice, Mayıs 1941’de giyotine gönderildiğinde henüz yirmi beşindeydi.

Maurice’nin ailesi, Hitler bir inde intihar edip, faşizm bittikten sonra Alman mahkemesine başvurdu. Mahkeme, “olay tarihinde Hitler’in hayatı ceza yasasının koruması altında” diyerek itibar davasını reddettti. Üstüne bir de Maurice’ye beş sene hapis cezası verdi. Ancak hiç kimse bir ölünün nasıl hapis yatacağını bilmiyordu. Alman yargısı ancak 1956’da Maurice’nin itibarını geri verdi.

1939’da bu defa marangoz Georg Elser, Hitler’i havaya uçurmak istedi, bomba patladığında führer, on üç dakika evvel o salondan ayrılmıştı. Buna karşın sekiz ölü, altmışın üstünde yaralı vardı, vurulanlar Hitler’in kahverengi üniformalılarıydı.

Bir Pietist olan Elser, bu inancın bir sonucu olarak Hitler’i öldürmeye kararında epeyce bocaladı, bir yıl sonra Almanların alkışları arasında aslında insanların acı çektiğine karar verdi. Suikastı başarısız olunca onu bir toplama kampına koydular ve İngilizler’e karşı propaganda malzemesi olarak kullanmak istediler. Ancak Almanlar’ın yenilgisi yaklaşınca Dachau’da 1944’te sırtından vurdular (Helmut Ortner’in Acımasızca Alman kitabından, Türkçesi Emrah Cilasun).

İki karakter de Hitler’in Almanların ve dünyanın başına neler getireceğini çok erkenden gören ve harekete geçen kişilerdiler. Onlar, Graf von Stauffenberg gibi soylu değildiler (O bir soyluydu, geç de olsa Naziler’i tanımış, patlattığı bomba Hitler’i öldürememişti, kurşuna dizilen bu cesur askerin filmi çekilmiştir). Arkalarında askeri ya da ideolojik bir şebeke bulunmuyordu, yalnızdılar, ama başta Almanya’nın sonra belki tüm insanlığın çıkarlarını düşünmüştüler.

Bu ikili, uzun yıllar Almanlar’ın Hitler’e karşı direniş tarihinde yer alamadılar. Hitler’e suikast girişimlerinin nedenleri üzerinde Alman tarihçiler arasında uzlaşma sağlanamamıştı. Herkesten evvel tehlikeyi sezen, arkalarında herhangi bir askeri ya da ideolojik örgütün desteği olmaksızın erkenden eyleme geçen ve bedelini de hayatlarıyla ödeyen bu iki insan sonunda kahraman kabul edildiler.

Suikast girişiminden tam yetmiş sene sonra, Almanya’da elliden fazla sokağa, meydana ve üç okula Georg Elser’in adı verildi, posta idaresi 2003’te özel bir Georg Elser pulu bastı, 2010’dan beri doğduğu yerde bir anıt yükseliyor. Adolf Hitler’in yegane sığınağının yakınında ise ona inat ışıklı ve yine mütevazi bir anıtı var.

Neredeyse yüzyıl evvelde saklı iki yalnız ve sessiz kahramanın hikayesi böyle. Ne yazık ve ne tuhaftır ki, yeni bir yüzyılın ilk çeyreği dolmak üzereyken, büyük kahramanlıklara sahne bu topraklarda bizim kahramanlık hikayemiz, komşumuz olan bir ülkeyi işgal etmek, başkalarının topraklarında askeri karakollar açmak, orada her gün artan şekilde şehitler vermek. Oysa bu kahramanlık değil, bir ülkenin ya da toplumun falan değil; alenen bir kişinin çıkarı ve bekası var arka planda.