Hep birlikte en yüksek sesle insan yaşamının siyaset malzemesi yapılmasını, yaşamların siyasal mücadele aracı olarak kullanılmasını lanetleyelim. 13 silahsız insanın katledilmesine “kahrolsun” diye tepki gösterelim. Kesin!

Ancak, iktidarların yıllardır söylediğine ve şu son yaşananlar üzerine söylenenlere bakarsak bu da yetmiyor. “Kahrolsun PKK” diyelim ve bunu da sadece iktidarın ses tonuyla diyelim isteniyor. Soru sormak, biraz farklı bir şey söylemek, hatta bunu farklı bir tonlamayla söylemek bile “vatan haini” damgası yemek için yeterli.

İşte Sol Parti; Garada PKK tarafından esir tutulan, kendilerini savunma imkânı olmayan 13 kişinin öldürülmesini kınıyoruz. Hayatını kaybedenlerin ailelerine baş sağlığı dileklerimizi iletiyoruz. Bu bağlamda benzer acıların tekrarlanmaması için PKK alıkoyduğu tüm insanları koşulsuz şartsız serbest bırakmalıdır” dedi. Ama, iktidarla aynı şeyi aynı tonda söylemedi ya, yetmez!

Susmak da yok, herkes konuşsun ve herkes iktidarla aynı şeyi söylesin. Hatta “makbul” ve “meşru” kabul edilebilmek için o aynı şeyi karşılıklı bir yarış içerisinde gittikçe ses yükselterek söylesin. Dayatılan bu.

Bu açıdan performans epeyce yüksek aslında. İktidarla aynı şeyi söylemeyenler, medyaya bakın işte, “kadı kızındaki kusur” kadar bile kalmadı.

Bunu yapmak sorun çözmüyor ama… Herkese her konuda aynı sözü söyletmenin çözüm olmadığını geldiğimiz ve olduğumuz nokta da göstermiyorsa, başka ne göstersin?

Sorularınız olmayacak. Soru sorabilen olursa, onların soruları yükseltilen ses tonu içinde boğulacak ve soranlar düşman ilan edilecek, onlara cevap verilmeyecek!

Bir taraftan korona önlemleri, maske-mesafe uyarıları, insanların bir arada olacağı restoranları ve sınıfları kapatırken öte yandan tıklım tıklım doldurulan kongre salonları ve “pandemiye rağmen” yaratılan bu manzaraya dönük sorular, sadece seyreltilmiş ön sıralar gösterilerek geçiştirilecek!

Aynı şeyi çok daha yüksek sesle söyleme yarışındaki medyada, bir partinin il kongrelerinin baştan sona canlı verilmesi, biraz gazetecilik bilip de bu işi yapmak zorunda kalanlara ne hissettiriyordur acaba?

Ana muhalefet lideri cumhurbaşkanına 5 somut soru soruyor: Tam beş buçuk yıldır bu vatan evlatlarını kurtarmak için ne yaptınız? Öcalan’dan seçim için yardım istediniz de vatan evlatlarının serbest bırakılması çağrısı yapmasını neden istemediniz? Trump’tan neden istemediniz? Daha önce başkalarını kurtarmış insan hakları örgütlerinden neden istemediniz? Ve en önemlisi, bunun bir kurtarma operasyonu olduğunu ve başarısız olduğunu itiraf ettiğinize göre, sorumluluğu kim üstlenecek?

Demokrasinin asgari standartlarının olduğu bir yerde bile, başta medya olmak üzere, kimse sadece “Kahrolsun” demekle yetinmez bu soruların peşinden giderdi.

Bizde ise her geçen gün bu noktanın gerisine gidiyoruz. Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, son yazısında tartışma programlarının değişmeyen yüzlerini, “fast-thinker”ları irdelemiş, A. Selvi’nin bile, üstelik çalıştığı grubun televizyonuna, artık eskisi gibi çıkamadığını yazmıştı. 2016 yılında tartışma programlarında görülen 77 isimden yalnızca 20’sini görebiliyormuşuz bugün.

Listeye daha yüksek sesle “kahrolsun” diyen ve iktidarla aynı şeyleri söyleyenler eklenirken, farklı tonda “kahrolsun” diyenler bile elenmiş!

Yalnızca “kahrolsun” denilmesini dayatıp; sorulara, eleştirilere, uyarılara, aynı şeyin farklı tonlarda ifadesine bile izin verilmesinin bedeli; 2017’de Binali Yıldırım’ın okuduğu cümlelerin aynısını 2021’de Erdoğan’ın okuması gibi bir “ilginçlik” olmakla kalmıyor, ülke için de tarifsiz acılar oluyor!