Yaşadığımız günler 12 Eylül’den de beter. AKP’yi çok güçlü sanıyor millet. Oysa Gezi’de kaybetti, “Adalet Yürüyüşü”nde kaybetti ve Ahmet “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” derken kaybetti iktidar! Şimdilik kaybettiğinin farkında değil.

Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet

1 İstanbul’a geldim geleli bir baş dönmesi musallat oldu. Yarım şişe rakı içmiş gibiyimdim ayağa kalktığımda, dengemi kaybediyorum bazen. Sıcaklardan mı, klima çarpması mı, yoksa artık çağın tüm hastalıklarını vücudumda taşımak gibi saçma bir öncülüğe soyunduğum için mi bilmiyorum… İstanbul da kendini kaybetmiş durumda. Datça’da depreme yakalandık, burada sel felaketiyle boğuşuyoruz. Ceviz büyüklüğünde dolu taneleri düştü kafamıza, arabaların her yanı hasarlı, sokaklarda göller oluştu, insanlar yüzmek zorunda kaldı yağmur suyunda…

Dünya sandığımız kadar geniş ve hepimizi sırtında taşıyacak kadar genç bir gezegen değil artık. Üstelik iyice hırpalanmış vaziyette. Siyasal İslamcılar açgözlülükle saldırdı İstanbul’a. Korkunç bir talan bu. Hiçbir değerleri, kutsalları yok. Görgüsüzlük alabildiğine... en ufak bir estetik düzey yok. Çıldırtıcı bir bayağılık… Göz göre göre İstanbul yok ediliyor ve elden bir şey gelmiyor.

Geçen gün yapay semtlerden birinde akşam bir şeyler atıştırmak için dışarı çıktık. koca alan çirkin bir yemekhaneye dönmüş, yan yana dizili lokantalar, orta yerde devasa bir havuz, saat başı su gösterileri yapılıyormuş… Ahali açgözlülükle önündekilere saldırırken, tiksinti veren müzik eşliğinde berbat ışık oyunu başladı. Yüzlere baktım, herkes pek memnundu halinden…


2 Gecikmiş biçimde “Genç Karl Marx”ı izledim. Doğrusu, kim yaparsa yapsın hayli riskli bir iş. Yalnız Marx ve Engels dense daha hakkaniyetli olurmuş film. Daha yirmili yaşlarında, üstelik hayli farklı konumlarda yetişen iki gencin, dünyayı anlamak yerine değiştirme iddiasını hayranlıkla izledim. Film mükemmel mi? Değil elbette… Lâkin okuyup, etkisini yüreğimizde hissettiğimiz, öğretisini benimsediğimiz birini kanlı canlı görmek güzel. Herkesin bir Marx’ı var mutlaka. Bu da yönetmeninki! Film “Komünist Manifesto” yazımıyla bitiyor. Eksiklik hissi buradan kaynaklı… Sonrasını da görmek istiyor insan…
kahrolsun-istibdat-yasasin-hurriyet-327857-1.
İnsan kendi yaşamına bile yeterince sahip değilken ve koşullar, değerler, ilişkiler sınırlarken kişiyi; dünyayı değiştirmek, insanlığı başka bir yola sokmak için çabalamak tuhaf, uçsuz bucaksız bir çaba. Raftan “Hayal/et Seçme Yazılar”ı indirdim. Ayrıntı mükemmel bir baskıyla sundu okura. Bazen dönüp yeniden bakmak gerek okuduklarımıza, Marx her zaman yeni kuşkusuz. Felsefe insanlığı oyalamak, kafayı bulandırmak için kullanılmamalı. Tersine berrak bir zihin, anlamlı bir yaşama yol vermeli. Çevremde felsefe ile ilgiliyim diye dolanan kimselere bakıyorum da, vıcık vıcık cümleler içinde devinip duruyorlar. Parlak bir zekâ yetmez, mücadele gücü olmalı insanın.

Kendi yaşamında devrim yapmak, insanlığa yaptırmaktan daha zor, o ayrı!


3 “Tanrının Öyküsü” ilginç bir kitap… Robert Winston adlı hekim, bilgin bir yazar tarafından kaleme alınmış. Say Yayınları’ndan çıktı. Televizyon için hazırlanan bir belgesele paralel oluşmuş bir kitap. “İnsanın bir tanrı gereksinimi var mı yok mu” sorunu üstüne düşünenler için zihin açıcı. Ama asıl mesele “İnsan mı tanrıyı yarattı, tanrı mı insanı?” sorusu. Benim yanıtım net gerçi. Winston buna “Tanrıyla güreş” diyor. İncil, Tevrat, Kuran metinleri özenli seçilmiş. Köktendincilik meselesi de irdeleniyor. Sadece İslam’a özgü eğil bu sorun. Yazarın Yahudi olduğu da akılda tutulmalı okurken. Özellikle Museviler hakkında verdiği bilgilerin derinliği de biraz bundan sanırım.

İnsan günahkâr bir varlık. Ruhunu dindirmek için, işlediği suçların bedelini başkasına yüklemek istiyor, böylece kefeni yırtacağına inanıyor. Hristiyanlık bu sorumluluğu İsa’yı çarmıha göndererek halletmiş. Oysa her din insana yaşamının sorumluluğunu taşımayı önermeli. Burada bir kolaycılık var. Gandhi Londra yıllarında ısrarla Hristiyan yapılmak istenir. Bir gece uzunca dinler Hristiyan din adamlarını ve sonunda ikna olmadığını söyler. ‘Niye?’ diye sorduklarında, ‘insanı kendi sorumluluğunu almaktan alıkoyan’ bir öğretinin kendi değerlerine uygun olmadığını söyler. Sanırım ‘Günah Çıkarma’ meselesi de bunu tetikliyor…

Gerçi insanın ruhunu serinletmek için her dinde benzer numaralar var.


4 Bütün dinler doğası gereği birbirinin devamı. Öyküler, söylenceler hep iç içe geçmiş. İnsan tanrısız yaşayamıyor. Robert Wilston insanın günahlarından kurtulmak için türlü yollara başvurduğunu ve farklı toplumlarla, zamanlarda neredeyse aynı tür ayinler yapıldığını vurguluyor:

“Bu Babil inançlarıyla eski İsrailinkiler arasında belirgin paralellikler bulunmaktadır. Üzerine halkın günahları yüklenmiş gerçek bir keçi olan “günah keçisi” İsrailliler’in ayinlerinde görülen bir öğedir. Levililer 16:21’de, Musa’nın erkek kardeşi Harun’a bir keçi alması ve hayvanı ıssız bir yere götürüp salması talimatı verilir. Bu hareket İsrail’in günahlarının kovulmasını simgeler. Enuma Eliş ile Yaratılış kitabındaki İsrail yaratılış miti arasında pek çok benzerlik mevcuttur. Her iki metin de yedi günlük bir yaratılış şeması içerir. İlk gün ışık, ikinci gün gökyüzü. üçüncü gün toprak yaratılır. Aslında, Tanrı ve Tanrıların mola verişine dek, her iki metinde de neredeyse aynı şeyler olup biter.”

Gariban bir keçinin sırtına bunca ağır bir yük bindirmek pek de insaflı olmasa gerek!


5 Çinli bir şair Li-Che-Lai dünyadaki en acı üç şeyi saymış;

“Birincisi, kötü bir eğitimle berbat edilmiş bir gençlik, ikincisi beceriksiz ellerin elinde ziyan edilmiş kaliteli bir çay, üçüncüsü ise halk yığınlarının şaşkın bakışlarıyla bayağılaştırılmış muhteşem bir tablo.”

Şairi tanımıyorum. Saptamasını sevdim. Kötü eğitim ne demek çok da aramamız gerekmez artık. Kindar nesli yetiştiren, ilköğretim seviyesinin altında zehirli üniversiteler her yanda. Yakın zamanda birkaç genç tanıdım, inanılmaz bencil, duyarsız ve de cahiller. Bizim memleket cehalet paydasında buluştuğu için herkes memnun hayatından. Betona tapan yalancı İslamcılar arasında heba oluyor ömrümüz. Elimde güç olsa ülkedeki tüm üniversiteleri kaparım. Salgın cehalete karşı karantinaya alırım hepimizi.

Çay meselesi önemli… Annemden gelen bir duyarlılık bu… Tüm güne yayılır çay keyfi. Herkesin demlediği, kötü harman çaya katlanamam. Demli olacak, buruk olacak, ince belli bardakta olacak, şekersiz içilecek. Demi tutturmak için süreyi iyi ayarlamak lazım. Çay soğuk içilmez, damağı yakmayacak ayrıca. Haşlanmış çay içenler dolu etrafta.

Esas son madde dikkat çekici… Şair, değerli bir sanat yapıtının, ondan anlamayan, sıradan gözler önünde yitip gittiğini söylüyor. Eğer Mona Lisa’ya büyük kalabalıklar ziyarete gidiyorsa, bu sanatın toplumsallaşması değil, rezil olması, diyor yani.
Düşünmek lazım üstüne…


6 Tanrı’ya inanmak için çeşitli mucizelere tanık olmak gerek. Eğer kendi yaşam süremizde ve gözlerimizde bu tanıklık gerçekleşmiyorsa da, geçmişten ödünç almalıyız inancı güçlendirmek için. Her peygamberin bu nevi söylencesi var kuşkusuz. Küçük bir İrlanda köyü olan Grangecon Kasım 1994’de ziyaretçi hücumuna uğruyor. Herkes bu küçük köyün postanesine doluyor. Pul alan, mektup atan falan yok ama. Postanenin arka odasında bulunan Bakire Meryem ağlıyor ve herkes onu görmek için sırada! 30 santimlik bir heykelden söz ediyoruz.

Postanenin emekli müdürü Bayan Mary Murray ve kızı fark ediyor bunu önce. Olay yerel basında yer alıyor, ardından ulusala çıkıyor ve küçük gruplarla başlayan ziyaretler artıyor, artık postane bu yükü taşıyamaz hale geliyor ve heykel köyün merkezine taşınıyor. Ziyaretçiler ağlayan Bakire Meryem karşısında duygulandıklarını, huzura erdiklerini söylüyor. İnancı güçlendiren bir mucizeden söz ediyoruz(!)

Hemen oyunbozan birileri çıkıveriyor ortaya… Küçük heykeli yapan kişiler, gözleri tutturmak için kullanılan yapıştırıcının belli sıcaklıkta nemlenmiş olabileceğini söylüyor. Bu tür heykellerde farklı reçineler ve yapıştırıcılar kullanılıyor. Havanın nem oranı ve sıcaklığı bu türden sonuçlar doğurabiliyor. Heykelin yakınında yakılan mumların hava akımı ya da sıcaklık salınımlarına yol açabileceği söyleniyor. Bu da heykelin ağladığı izlenimi doğuruyor.

Gerzekçe evrim tartışması yapılan günlerde çok güldüm bu olaya. “Tanrının Öyküsü” keyifle okunuyor…

7 Bir toplumun kahramanlara ihtiyaç duyması pek acıklı… Herkesten cesur ve yürekli olmasını bekleyemeyiz elbet. Ahmet Şık belki de herkes adına konuştu ve tüm susanlar, teslim olanlar adına tekrar mahpusta. Cumhuriyet gazetesi davası siyasi, bu yüzden de iktidarın eğilimine göre sonuç alınacak. Ahmet Şık özgürlük düşmanlarına karşı kahramanlaştı. Keşke tersi olaydı, böyle bir gereksinim duymasaydı insanımız. Unutkanlık çağındayız. Yetmez gamsızlığı da eklemeliyim. Kaç kişi bu davayı yakından izliyor bilmiyorum. Şikâyetçi olanların kaçta kaçı taşın altına ellini koyuyor, onu da bilmiyorum. Alkışlamak kolay, ötesi risk almayı gerektirir, zor! Bir günah keçisi ihtiyacı vardı, bulundu!

Tarihi bilmeyenler bugünün iktidarının Osmanlı gibi olduğunu sanabilir. Oysa Osmanlı’nın bile kuralları, yasaları, gelenekleri var. Devlet olmanın tek koşulu vardır: Hukuk! Her zaman aranan, ideal bir adalet sağlanamayabilir. Hiç değilse devlet kendi koyduğu kurala uyar. “Yaşadığımız günler 12 Eylül’den de beter” denmesinin nedeni bu. AKP’yi çok güçlü sanıyor millet. Oysa Gezi’de kaybetti, “Adalet Yürüyüşü”nde kaybetti ve Ahmet “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” derken kaybetti iktidar!
Şimdilik kaybettiğinin farkında değil.