Egemen tarih yazıcılığında geri kalmışlığımız genellikle dini bağnazlıkla açıklanmıştır. Üstelik tek parti döneminin son başbakanı Şemsettin Günaltay bu konuda daha nüanslı bir yorum yapmış ve “geri kalmamıza neden olan din değildir; bize öğretilen dindir!” demişti.

“Kaht-ı rical”, din ve devrimci demokrasi

19. yüzyılda Osmanlı Devleti çöküş sancıları içinde bocalarken, dönemin “âkil adamları” da bu çöküşün nedenleri üzerinde düşünüyorlardı. Nasıl olmuş da koskoca imparatorluk bu hallere düşmüştü?

Ortada farklı yorumlar vardı. Bunlardan biri de “kaht-ı ricâl” idi; yani çöküşe “devlet adamı kıtlığı” neden olmuştu. Ve bu “kıtlık”, başta Namık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılar’ın da başlıca şikâyet konuları arasındaydı. Üstelik izleyen dönemde bu şikâyetler giderek arttı. Öyle ki Meşrutiyet yıllarında önde gelen fikir adamlarından Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi daha da geniş bir kitlenin duygularına tercüman olacak ve “bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: Kaht-ı ricâl!” diyecekti.


***

Şehbenderzade haklıydı, ama “kaht-ı rical” kavramı da tek başına açıklayıcı bir kavram olamazdı. Yokluğundan şikâyet etmeden önce, “rical”i yaratan nitelikleri de belirlemek gerekiyordu. Unutmayalım ki “rical kıtlığı”ndan söz edilen 19. yüzyıl, “büyük” sıfatı ile anılan Reşit Paşa başta olmak üzere Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa gibi usta siyasetçiler de çıkarmıştı. Buna rağmen bu ülkede sık sık “kaht-ı rical”den söz edilmesinin nedeni ne olabilirdi? Yoksa bu isimler de “kâzip (sahte) şöhretler” arasında mıydı?

***

Aslında tarihi gelişmeleri “önder”lerle, “büyük adam”larla açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem değildir. İnsanlar, tarihlerini elbette kendileri yaparlar; fakat bunu “keyfi isteklerine göre değil, verili koşullara göre yaparlar” (Marx). Zaten tarihçilerin sık sık ön plana çıkardıkları “önder”leri de bu “verili koşullar” yaratır. Gerçek tarihçilik ise bu “maddi koşullar”ın analiziyle başlar.

***

Tarih farklı üretim biçimlerinin birbirini izlediği dönemlere ayrılır ve her dönem kendi beklentilerine uygun bir “yönetici zümresi” yaratır. Feodal çağda toplumlar “senyör” ve “serf”lerden oluşan iki sınıfa ayrılıyordu ve serfler senyörlere ait toprağın bir parçası sayılıyordu. Emeğin üretim araçlarından koparak, “emek gücü” şeklinde bir “meta” haline gelmesi ise toplumsal tarihteki en büyük devrime temel teşkil etti. Bu temelde filizlenen yeni üretim biçimi (kapitalizm) ise, öncekilerden farklı olarak “küresel” bir potansiyel taşıyordu.

Ne var ki bu potansiyelin somut gerçekliğe dönüşmesi “ulusallık” kılıfı altında kanlı sınıf kavgalarına -ve bu arada iki dünya savaşına- sahne olan üç yüz yıl kadar bir zaman aldı. Varılan noktada da yeryüzünde her türlü çıkar ilişkisinin “küreselleştiği” bir tablo karşımıza çıktı.

***

Bu uzun süreçte zincirin zayıf halkasını geçen yüzyılın 60’lı yılları teşkil etmiş ve o yıllarda gençlik hareketiyle tetiklenen sınıf kavgaları Mayıs-68’de doruğa ulaşmıştı. Ne var ki burjuvazinin ufak tefek ödünleriyle varılan “uzlaşma” kısa sürdü; ütopya yılları bitmiş, distopya yılları başlamıştı.
Görünüşe göre sermayenin “zaferi” küresel nitelikteydi; artık tek bir ülkede “sosyalizm”in başarı olasılığı kalmamıştı. Sosyalist bir parti, şu veya bu yolla bir ülkede iktidara gelse de artık uzun süre orada kalma şansı yok gibiydi. Nitekim 1970 Kasım’ında, Şili’de halkın oylarıyla başkan seçilen Salvador Allende, üç yıl sonra General Pinochet’nin kanlı darbesi karşısında çaresiz kalıyordu.

***

Aynı süreç bizde de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle yaşandı. Bu dönemlerde cuntacılar kendi dünyalarına özgü bir “Atatürkçülük” adına katı bir dikta uyguluyor, yükselen sola karşı en etkili silah olarak da kutsal inançları kullanıyordu. Anayasa’ya Evren Paşa’nın önerisiyle zorunlu din dersleri bu koşullarda sokuldu. Ve açılan gedikten de 20 yıl süren kısır çekişmelerden sonra, “minarelerimiz süngü, camilerimiz kışla!” sloganıyla devrim düşmanları girecekti.

***

Aradan yirmi yıl daha geçti ve vardığımız noktada artık bambaşka bir Türkiye resmi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu yirmi yıllık dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için de geçmişe eğiliyor ve dünden bugüne değil, bugünden düne bakıyoruz. Çünkü tarih-yazıcılığında doğru yöntem budur ve nasıl “Minerva baykuşu gün batarken havalanır”sa (Hegel), toplumsal yaşamda gerçekler de bir süreç tamamlanınca ortaya çıkar. Yani “dün”, “bugün”ün ışığıyla aydınlığa kavuşur!

***

Egemen tarih yazıcılığında geri kalmışlığımız genellikle dini bağnazlıkla açıklanmıştır. Üstelik tek parti döneminin son başbakanı Şemsettin Günaltay bu konuda daha nüanslı bir yorum yapmış ve “geri kalmamıza neden olan din değildir; bize öğretilen dindir!” demişti. İlahiyatçı âlime göre “bize öğretilen İslam”, aslında “gerçek İslam” değildi; gerçeklerden kopmuş ve ilerlemeye engel hale gelmişti. Zaten ülkede “kaht-ı rical”i doğuran da bu kısır ve çağ dışı anlayış olmuştu.

***

Bu elbette olumsuz bir gelişmeydi; fakat daha da kötüsü imparatorluğun son döneminde ülkeden umudunu kesmiş bir de kuşak yetişmişti. Atatürk’ün ölümünü izleyen yıl Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği mektupta, İsmet Paşa, o günlere işaretle “bir milletin en büyük kaybı, kendine itimadını kaybetmesidir”, diyordu; “Cumhuriyete kadar iki yüz seneye yakındır ki, bu memleketin okumuş geçinenle­ri, kendi medeniyet kuvvetlerine inanmadan konuşmuşlar­dı. Türklerin milli hayatını hararetten mahrum etmek isteyen bir yabancı edebiyatın zehirli telkini, en dikkatli olduğunu zanneden ilim muhitlerimizde bile yerleşmişti”. (Belleten, 1939, sayı 10).

***

Bu kötümser kuşak için parlak dönem bitmişti; gelecekte umut yoktu. Bilim de refah da geride kalmıştı ve tüm gerici hareketler de bu kaygı ve saplantı üzerinde filizlendiler. Nurcu, Ticani, Nakşibendi, Gülenci, Menzilci vb; adlar, şiarlar ve ayin tarzları değişiyordu; fakat hedef aynıydı: Laik cumhuriyeti yıkmak ve devrim düşmanı bir şeriat devleti kurmak! Bu akımın son ve en başarılı temsilcisi de “Batı medeniyeti dünyayı sanatıyla, kültürüyle, sinemasıyla, resmiyle, sporuyla, modern tabirle yumuşak güç unsurları denen içerik üretimiyle istila etmiştir” diyen R. T. Erdoğan oldu (27 Nisan 2022). Artık bu perspektifte “insanlığı kurtarmak” için gereği yapılacak ve bu duruma son verilecekti (!).

***

Aslında Erdoğan’ın söyledikleri “ulum-u İslamiye” değil de “çağdaş bilim” anlayışıyla okunursa karşımıza tam bir orta çağ özlemi çıkıyordu ve bu da sosyolojik planda olanaksızdı. Nitekim zaman zaman bunu kendisi de anlayacak ve zorda kaldıkça “fiilen iktidarda olsa da fikren iktidarda olamamak”tan şikâyet edecekti!

***

Görüldüğü gibi şikâyetler geneldi; nihayet hepimiz aynı gemideydik ve hep birlikte fırtınaya tutulmuştuk. Felakete de hep birlikte sürükleniyorduk.
Kuşkusuz devlet gemisinde bilgi ve görgü açısından “Kaptan”dan çok daha ilerde olan “tayfalar” da vardı. Ne var ki onlar da bugüne kadar sergiledikleri uyuşuk ve işbirlikçi tutum yüzünden kendi kamplarında bile güvenilirliği yitirmişlerdi.

Artık belliydi; AKP iktidarının “amok koşusu” sona yaklaşıyordu ve bu da özgürlük, eşitlik ve adalet yürüyüşünün toplumcu, demokratik ve laik aydınların öncülüğünde tekrar hız kazandığının şaşmaz bir işaretiydi.