'Kalbimde varken tesellisi,  doğru olanı yapmış olmanın...'

Yeni yılın ilk gününde Bonn Operası’nın bu sene ilk kez sahneleyeceği Fidelio’yu izlemeye gidiyoruz. Bileti çok önceden aldık. Oyunu daha önce hiç sahnede görmedim. Heyecanlıyım. Bu etkinlik, “Beethoven Yılı” olarak duyurulan 2020 boyunca sürecek konser ve gösterilerin ilki olacak. Senenin önemli olaylarından biri yani.

Bonn’da operaya gitmek büyük bir mesele değil. Bu küçücük kentte neredeyse her yere yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biletlerin her bütçeye uygun fiyatlarla satışa sunulması da cabası. Dolayısıyla, her yaştan ve değişik gelir gruplarından insanlar gelip oyunları izleyebiliyorlar. Yine de prömiyerler başka oluyor tabii. Onları, genellikle kentin ileri gelenleri dolduruyor. Thomas Mann’ın tabiriyle, “umutların sönmeye yüz tuttuğu ve anlayışın keskinleştiği” yaşa ulaşmış birtakım meslek sahipleri bunlar. Bir yandan bir zamanlar bürokratlarla dolup taşmış eski başkentin ağırlığı var üzerlerinde, ama bir taraftan da varlıklı bir kasabanın doktoru, savcısı, lise müdürü falan gibi görünüyorlar.

Fidelio gecesinde de, operanın önüne yaklaştığımızda işte böyle bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Takım elbiseli şık beyler, o gün için özel olarak özen göstererek giyinmiş yaşlıca hanımlar. Hadi haklarını verelim: sadece şıklıktan değil, dışarısı insanın yüzünü tırmalayacak kadar soğuk olduğu için de takılmış şapkalar, eldivenler, şallar. Kapının önünde birikmiş neşeli bir kalabalık. Birbirine seslenenler, selamlaşanlar, bilet değiş tokuşu yapanlar. Yalnız havada her zamankinden farklı, daha heyecanlı bir şeyler var.

Derken kapının önünde ellerinde pankartlarla bekleyen küçük grubu görüyoruz. Daha yakından bakabilmek için ilerleyince, pankartların birinde Selahattin Demirtaş’ın gülen gözleriyle karşılaşıyorum. Şaşırıyorum. Meraklanıyorum. Konuşmak istiyorum ama mümkün olmuyor. Ne olduğunu anlayamadan, kalabalıkla beraber opera binasının içine sürükleniyoruz.

Salon hınca hınç dolu. Sahnede garip bir şeyler oluyor. Oyuncular ileri geri gidip geliyor. Bazıları dekorları taşıyor, elinde talimatlar olan bir adam etrafa direktifler yağdırıyor. Sonunda herkes yerine yerleşiyor ve oyun zahmetsizce açılıyor.

Orkestra prelüdü çalmaya başladığında, sahnenin gerisine yerleştirilmiş büyük perdede Cizre görüntüleri beliriyor. Beethoven’ın insanın göğsüne göğsüne vuran patlamalı notalarının eşliğinde, bizim zihinlerimize acıyla kazınmış ama Alman izleyicinin belki de daha önce hiç görmediği görüntüler salona hâkim oluyor: Ellerinde beyaz bayraklarla, bir el arabasına koydukları ölülerini taşıyan küçük bir kalabalık yıkıntılar arasında yavaşça ilerliyor. Az sonra hepsini yerde görüyoruz. Vurulmuş yatıyorlar. Bedenlerinden akan kan perdeyi baştan başa kırmızıya boyuyor.

Müzik sona erdiğinde salonda derin bir sessizlik var. Arka sıramdaki adamın nefesini gürültülü bir şekilde bıraktığını duyuyorum. Bütün sahne boyunca tutmuş olsa gerek. Halbuki annelerin çocuklarının cesetlerini günler boyunca buzdolaplarında saklamak zorunda kaldığını bile bilmiyor. Bizse hiç unutmadık. Böğrümüze yumruk yemiş gibi koltuğumuza çakılıp kalıyoruz.

Oyunu sahneye koyan Volker Lösch deneyimli ve tanınmış bir rejisör. Siyasi meselelere el atmaktan korkmayan biri. Bir söyleşide sanatın işlevine dair fikri sorulduğunda, gündelik hayatlarımıza dokunmayan, dünyanın bugünkü sorunlarına değinmeyen bir sanat anlayışının onu pek de ilgilendirmediğini söylemiş. Leonore adlı cesur bir kadının, otoriteye baş kaldırdığı için hapse atılan kocası Florestan’ı kurtarmaya gidişini anlatan Fidelio operasını, yıllardır hak ve özgürlük mücadelesi veren Kürt halkının hikayesi üzerinden anlatmasının sebebi de bu olsa gerek.

Lösch bu oyunu Brechtyen bir üslupla sahnelemeyi seçmiş. Bir yandan operanın geleneksel olay örgüsüne sadık kalırken, öte yandan da tanıkların ağzından Türkiye’deki siyasi tutsakların ve ailelerinin hikayelerini anlatıyor. Özellikle Leonore ve Florestan’ın aşkından söz eden bölümlerde romantik bir tona bürünen anlatı, sahnenin bir köşesine yerleştirilmiş masada oturan tanıkların hikayelerinin sertliği ile bölünüyor, hatta parçalanıyor. Bu da Lösch’ün epik tiyatronun alametifarikası olan yabancılaştırma efektini önemsediği hissini veriyor. Hikayenin bir belgesel havasında seyretmesi, “oyun içinde oyun” çağrıştıran olay örgüsü, hatta sahnenin arka planda başka temsillerin dekorlarının görüneceği şekilde düzenlenmiş olması da bu duyguyu güçlendiriyor.

Fidelio iki buçuk saat boyunca her iki hikayeden de hiç ödün vermeden ve temposunu kaybetmeden ilerliyor. Yine de ara verildiğinde salonu terk edenler oluyor. Gözaltında işkenceye dair tanıklıkların aktarıldığı sahnede, arka sıralardan bir kadının “Yeter artık, dayanamıyorum. Bırakın çıkayım!” diye bağırdığını duyuyoruz. İzleyiciler yerlerinde huzursuz bir şekilde kıpırdanıyor. Hemen arkasından Florestan’ı zindanda görüyoruz. Meşhur aryasını söylüyor: “Bu nasıl karanlık, Tanrım! Bu ne korkunç sessizlik!”

Beethoven’ın 250'nci doğum yılında doğduğu kent Bonn’da sahnelenen Fidelio, aralarında Selahattin Demirtaş, Ahmet Altan ve Hozan Cane’nin de bulunduğu siyasi tutsakların görüntüleriyle kapanıyor. Final sahnesindeki koro insanın yüreğini yerinden sökecek kadar kuvvetli. Yine de en çok alkışı, oyuncu olmamalarına rağmen başından sonuna sahneye hâkim olan tanıklar alıyor.

Çıkınca kapının önünde durup bir sigara yakıyorum. Gözlerim göstericileri arıyor, ama çoktan gitmişler. Etrafta garip bir sessizlik var. Oyun başlamadan operayı dolduran neşeli kalabalıktan da eser kalmamış. Herkes aceleyle paltolarını vestiyerden alıyor. Şallar sarılıyor, eldivenler, şapkalar hızla takılıyor. Kimse konuşmuyor, hatta birbirine bile bakmıyor. Yaşadıkları sarsıntının izlerini yüzlerinde görebiliyorum.

Eve dönerken, Florestan’ın şarkısı kafamda hâlâ devam ediyor: “Gerçeği söylemeye cesaret ettim ve ödülüm bu zincirler oldu/Yine de dayanırım hepsine, hatta bu utanç verici sona bile/Kalbimde varken tesellisi, doğru olanı yapmış olmanın.”

cukurda-defineci-avi-540867-1.