Şeref Bilsel “Şiire, – şair/okur olarak- yolcu olmak istiyorsanız bu yazıyı okumayınız, muhtemelen keyfiniz kaçacaktır.” Yukarıdaki dize, 2003 yılında yayımladığım ‘Magmada Kış Mevsimi’nin Yağmur Kabartmaları adını taşıyan bölümün girişinde yer alıyor. Dizenin altında, sıkı okurların 1980’li yıllardan- Sanat Olayı dergisinden-hatırlayacağı Burhan Bilâl Mahrabel imzası var. Bu dize bir özdeyişe dönüştü. Gönül ister ki anonimleşsin. Silip […]

“Kalbimiz kafamızın meyhanesidir”

Şeref Bilsel

“Şiire, – şair/okur olarak- yolcu olmak istiyorsanız bu yazıyı okumayınız, muhtemelen keyfiniz kaçacaktır.”

Yukarıdaki dize, 2003 yılında yayımladığım ‘Magmada Kış Mevsimi’nin Yağmur Kabartmaları adını taşıyan bölümün girişinde yer alıyor. Dizenin altında, sıkı okurların 1980’li yıllardan- Sanat Olayı dergisinden-hatırlayacağı Burhan Bilâl Mahrabel imzası var. Bu dize bir özdeyişe dönüştü. Gönül ister ki anonimleşsin. Silip süpürsün şairini! İstanbul’u- onun deyimiyle: ‘taşralı elitlerin soytarı yaptığı o kenti’- son kez otuz dört yıl önce görmüş, Attilâ İlhan’a götürdüğü şiirlerini ona veremeden boğaza fırlatıp dönünce.

Seksenlerin sonlarına doğru, benim de aralarında olduğum, yazıya meyyal birçok arkadaşın kulağına ilk fısıldanan dizeler Burhan Hoca’dan sökün etmiştir. Daktilodan çıkmış nice kriminal şiir, onun vişne suyu gölgesinde karşılıksız işlettiği Viva Kafe’deki sehpaların camlarının altından yüzümüze doğru vururdu. O vakitler, insanlar az; hayâller ve zalim merhamet çoktu. Her yerde bakmayı bilenler için kabaran bir aşk vardı. Alçak sehpalarda söze doğru eğilirdik, sözün içli bir yükü vardı. Hiçbir şey yapıştırma, sentetik değildi. Burhan Bilâl Mahrabel, kadını erkeği, büyüğü küçüğü tavrıyla, edasıyla eşitlerdi. Varlığı, yoklukla tartan bir nihilist atmosfer altında epey kavi vakitler geçirdik. Kimler yoktu ki o güneşli arastada? Fahrettin Melemşe, Cemal Melemşe, Cevdet Çepni, Aziz Telci, Vedat Demirhan…tek celsede hatırladıklarım. Bu yazının hammaddesi Cemal’den doğdu, Burhan Hoca’dan çaldığı kitaplarla!

Sonra herkes bi yöne kaykıldı. Ok ve yay Burhan Hoca’da kaldı. Oğlunun adı: Ogeday. Bin yıl sonra Ankara’da ona misafir oldum, sabah kalktı dersaneye doğru, kapıyı çeker çıkarsın dedi. Kapıyı çektim ama çıkarken Ülkü Tamer’in “Soğuk Otlar Altında”sı koltuğumun altındaydı! Neyin ‘alıntı’ neyin ‘çalıntı’ olduğunu insan iyi şairlere bakınca anlıyor. Yine bi kırk yıl daha geçti, Üç Nokta dergisinde, adını benim koyduğum- yıllardır yazan ama şiirlerini iki kapak arasına almamışları odağına toplayacak- “Kitapsızlar” dosyasında Burhan Bilâl Mahrabel’le ilgili bir yazı yazdım. Bu yazıya oturduğum sırada aradım bulamadım o metni. Bitkilerde köklerden yapraklara su taşıyan damarlar vardır. Geçmişten hız alıp şimdiki zamanla konuşan, ben de bütün şiir serüvenim içinde Burhan Hoca ile böyle bir serüven içinde hissettim kendimi. Yeni bir şey ortaya koymayan kal(a)mıyor edebiyatta. Burhan Hoca bugünün moda eğilimlerine temas etmeyen ama onları aşan, geldiği yeri de aklında tutan bir söyleyiş biçimine sahip. Daha da tuhafı yıkarak yapan bir tavır. Güzelliğin yüzüne atılmış bıçak izleri içinden bazen leylâ ile bazen Musa ile yürüyor. Geniş bir okuma atlası açıyor yazdıkları bize. Öyle telmih, tariz gibi anahtarlarla girilecek odalar değil; düpedüz topladıkları sabote ediyor dolaşımda olanı. Yenilgiden boş dönmüyor. Attilâ İlhan’da olduğu gibi arabeske düşülebilecek keskin burçlardan ufak bir hamle ile tekrar edebi olan ama edepsizliği ihata eden bir yörüngeye giriyor. Yazarken yazdığını, söylerken söylediğini fark etmiyor; şiir onda bir hâl olarak beliriyor, bir terleme, bir rüyalanış, gece yarısı Civelek’in sigarasını yakış gibi parıldıyor. Birden bire. Kendine mahsus bir söz dizimi getirdi, bunu ilk şiirlerinden başlayarak yaptı; tuhaf bir argo, uçurumlara doğru bir çiçekleniş. Acı da yayılıyor bu yolculukta, ama şikâyet yok; sevinç mi? Kanatlarını yolup duruyor, herkese payını vermek için.

Ogeday’dan Umay’a doğru çekilen içli bir yayda titriyor şiirimizin bakmaya kıyamadığımız kadim mısraları. İroni, lirizmden ödün vermeden günlük hayatın uğradığı yerlere yakından bakarak bizi bulmakta gecikmiyor. Bıçak sırtı bir şiir; bir tarafta bilgi diğer tarafta sezgi var; ama şair sezginin aklını kâğıda sürüyor çoğu zaman. Duyduğunu duyuruyor, gördüklerinin hepsini göstermeye kıyamıyor sanki! Ömer Lütfü Mete onun için “Sendeki yeteneği boğmak isterdim” (mealen, aklımda kaldığınca) demişti. Bir gün bana ağır bi selam yükledi İstanbul’a doğru. Sahaf, sıkı şair- ‘acı benden çok çekti’ diyen- K. Celâl Gözütok’a ulaştırmam için, belki 20 yıl olmuştur; selamı ilettiğimde Celâl Gözütok’un kulakları ağır işitiyordu ve şiire boş vermişti, selama sevindi ama. O vakitler insan insandan ses alıp verince seviniyordu. Zamanı olanlar kısa yazıyordu; zamanı geniş olanlar okuyordu. “iki adamdan leylâ’ya ayrılık notları” adlı şiiri çok severdim. Bugün de öyle. Niyedir bilmiyorum ama o vakitler ben de kendimi leylâ diye bir çöle gönüllü sunmuş olduğumdan mı acaba? Bu şahane şiirden bir bölüm okuyalım isterim: “düşün ki leylâ/ hayyâm harcı akşamlardan kalma gözlerimiz/ ne belâ bir şarap mavisidir/ duyduk işkillenirsin sarmadık seni bir dem/ kalbimiz kafamızın meyhânesidir/ cümleten aşûfte severiz seni hâlâ” ne kadar içeriden, insanî ve aşkla ateşe aynı anda elini uzatan, mürekkebine su katmamış bir kalemden. Şair dile müdahale eder. Bu, sadece bilgiyle, istemekle olmaz; yanında bir hayat da ister. Şiiri doğuran hayattır, yoksa her hayatın şiiri olurdu; oysa bizde herkesin hayatı roman. Kutsal kitaplarda roman yok ama, şuara suresi var. Mitolojinin, kadim kitapların, tarihin muhatabı şair. Şuurla ilgisi var elbet. “Tanrı yazmamıştır, söylemiştir.” der Adonis. Yazı, unutmaz. Burhan Bilâl’in şiirde etrafında dolaştığı temel motifler aşk, kırgınlık, yabancılaşma, ölüm vbg birçok şey sayabiliriz, ama bütün bu uğrak noktaları bir odakta toplanıyor aslında ‘yalnızlık’. Katı gerçekliğe- ne mi demek o, birazdan aşağıda göreceksin- güncelliği ıskalamadan, alayla sataşıyor, alayına sataşıyor, klasik şiir terbiyesinin hizaya soktuğu sözcüklere sataşıyor: “sonra hiç unutmam o annem/ benim annem lan/ o uçan seccadeli Madonna/ tanrısını öldürdüğünün sabahı/ ona sorsan/ ne güzel bir gündü/ yetmiş dörtte takılı kalmış teşbihi/ vallahi ne güzel öldü”
Yok mudur bizim mumla arayıp yumruk kaldırmadan göstereceğimiz toplumculuk işmarı? Olmaz mı, ‘1980 Sancısı’ başlığı altına bakalım. “ “bilmek ızdıraptır’’ ağam/ 5. Kadehte/ bir bayramali gitmiştir bir İlyas/ sizler bokunuzda mavi boncuklar arayasınız diye”

Ve vardır ‘anne’nin şiirde hüzünle parıldayışı hepimiz için, birkaç soylu dizede hâtıranın sonsuzluğa akışı. Ki çok şairin eli yanmıştır güle dokunurken. Anneye karşı bir gül böyle tutulabilir ancak, yorgun bir kadeh gibi göğe kaldırılan: “herkesin annesi var bugün/ benim elimde bir gül/ ey gül/ sen annemsin.” Baba, “peter marka bozuk bir masa saatinin” yanı başında belirir. Bütün Rize’nin, insanlar ve şehir henüz doldurulmadan önce “Mahrabel” diye bir zaman tamircisi vardı. O vakitler, insanların bileklerine bakınca geç kalacağı evler, şırıldayan dereler, çığlığını içine çekmiş dağlar vardı. Her şey sızıyor zamanla ‘gün’ de sızıyor ‘ah’ da; ,insanın yüzü rasat edilecek geniş bir yamaç oluyor. Sonra, 35 yıl sonra şairden habersiz, babasının şiirlerini Umay, “Bütün Günahlarımı Seviyorum” başlığı altında Türkçeye iltica ettiriyor. Okunmayacak şiirler bunlar, çünkü piyasaya karşı yazıldığı için piyasada yok zaten. Şiirin ne işi olur zaten piyasa ile. Sahici bir şairin yazdığı ve yayımladığı kalbi içindir. Ve kalp o eski bahçede sadece bir plak değildir. Kitabımızın adıyla bitirelim: “Bütün Günahlarımı Seviyorum” Bizi de, onur duyacağımız, bir günah olarak kabul et Burhan Hocam.