Kalede Lenin

Fatih Kök

Kalede Lenin, sağ bek Gramsçi, ortada Plehanov, Troçki, solda Lukacs diye sayıklayarak uyandım. Çocukluktan kalma bir alışkanlık olmuştu bu bende. Yatağın içinde bütün bedenimi yorgana sarmışken, uykuya dalmadan önce büyük maçlar hayal ederdim. Misal on sekiz yaşındaymışım da Kadıköy’de Fenerbahçe formasıyla ilk maçıma çıkıyormuşum, hoca sana inanıyorum diye konuşmuş, sol açıktayım. Sonra yaş ilerledikçe bu hülyalar biraz şekil değiştirdi. Takım arkadaşlarım Rıdvan, Oğuz, Uche değil de Turgut Uyar, Melih Cevdet, Nâzım Hikmet oluyordu. Karşı takım da boş değil ha Yaşar Kemaller, Kemal Tahirler, Fakir Baykurtlar... Bu kez sanırım Marksist düşünürlerle Fransızların mücadelesi vardı. Şimdi sabahın bu vakti Balibar’ı yahut Foucault’yu hangi takıma koyduğumu hatırlamıyorum. Gerçi karşıda Fransa Varoluş Birliğinde’dirler herhalde. Ben Marksist Gücü’nde defansif orta sahaydım, Stalin benden iki şey istemişti. Bir, her ne olursa olsun Sartre’ı boş bırakmayacaktım, ikinci olarak da kaptığım bütün topları kısa pasla Engels’e verecektim.

Elimi, yüzümü yıkarken Fransızların teknik direktörünün neden Hegel olduğunu düşünüyordum. Yine bir şeyleri becerememiştim, bıyıklarımı tüm dirençlerine rağmen sağa sola düzeltmeye çabaladım, sen böyle devam ettikçe olmaz diyordu. Kızgın değildi belki biraz üzgün; haklıydı, gururluydu, sinir bozucuydu. Üstüme ince bir yağmurluk alıp dışarı attım kendimi. Yine o bildik İstanbul’un saçma yağmuru, birileri sanki yukarıdan sinek ilacı sıkıyordu yüzüme. Sinek ilacı da garip bir tabir, sanki sineklere iyi gelen bir şeymiş gibi. Kendime iyi gelecek bir şeyler bulmaya gücüm yoktu, çok garip dışarıda niye kimseler yoktu. Parkın önündeki sandalların arasında siyah bir tekir gördüm. Yanına yaklaştım usulca, kaçmadı. Uzun bıyıklarıyla baktı bir süre, sevmek için elimi uzatmadım kaçar diye. Kızağa çekilmiş eski bir sandalın halatına sürttü tırnaklarını, dönüp tekrar baktı, sonra demir korkulukların darlığından incelikle geçirip bedenini, kaydırağın oraya doğru koşturdu.

Bir başınalıktan bu kadar korkmamın iki sebebi olabilirdi. Belki de iç içe geçmiş bir biçimde kendimden çekiniyordum ve de birilerinin ilgisine mazhar olamamak ürkütüyor olabilirdi. Sanırım biraz, durmadan onaylanma arzusuyla ilgili. Sahildeki bir banka oturdum, kimseler yoktu ortalıkta. Sol cebimde bir şişkinlik fark ettim, elimi attım baktım ufacık bir kunduz. Gözleri çipil çipil, o çapa gibi dişleriyle komikti. Avucuma aldım, yağmur dinmiş gibiydi, bulutların arasından hafif güneşi görünce hapşırdı. İşaret parmağımla kafasına dokundum, ilkin ciddi bir bakış attı, sonra güler gibi dişlerini gösterdi. Bu yaşadığım şey gerçek mi diye tedirgin olmuştum. Ufak, yuvarlak burnuyla serçe parmağımı kokluyordu. Sonra birden, arka ayaklarının üzerine dikilip dikkat kesildi, muhtemelen demirlemiş balıkçı teknesinin mendireğindeki martıdan ürkmüştü. Sol elimle yavaşça alıp yağmurluğumun cebine koydum, yürümeye koyuldum. Kimseler yoktu.

Neredeydi ki bu insanlar, cebimde cüce bir kunduz niye vardı? Üstelik kimseye gösteremiyordum, belki de bir şey diğer bazı insanlar onaylayınca gerçek oluyordu. Gerçi ne önemi var bilmiyorum, birini koşulsuz sevmek gibi, kimseye gösteremiyorsanız, hatta sevdiğinize bile, gerçek olmuyor muydu şimdi? Telefonla arasam mesela, “Murat lan çok acayip bir şey oldu, cebimde şu an ufacık bir kunduz var” desem. Ama Murat şimdi kesin, “abi sincap olmasın bak emin misin, çünkü bizim buralarda pek kunduz yok diye biliyorum...” muhabbetine girerdi. Lakin arayıp seni seviyorum deyince inanılıyordu, seni özledim deyince, affet ben bambaşka biri oldum deyince, bambaşka biri olmuş gibi yapılınca... Söz ne ara yalnız bir ağaca sarılmaktan daha inandırıcı olmuştu. Hem sözlerle iyileştiremeyeceğim tahribatlar yaratmıştım, sarılamadıkça doğal olmayan afetin yıkımı karşılıklı olarak onulmaz hatalara yayılıyordu.

Limanın ucunda, fenerin beton çemberine oturmuş, ayaklarımı sarkıtıyordum. Hava daha da serin olmuştu, evden çıktığımdan beri kimseyi görmemiştim. Ayakkabılarım biraz ıslanmış, biraz da kurumuştu. Böyle pamuklu, yumuşak çoraplar giymek sizleri de mutlu eder mi? Beni bazen ediyor, saçlarını toplayıp arkasına kurşun kalem iliştirmiş birini görünce de iyi hissederim kendimi, hatta kakülleri de olabilir. Bizim ufak kunduzu çıkardım cebimden, yine öyle gülümsermiş gibi dişlerini gösterdi. Keşke biraz çekirdek olsaydı cebimde, çok tatlı kemirebilirdi. Hava kapalıydı, her yer kapalıydı. Ufaklık büyük bir ciddiyetle boğazı inceliyordu, şu geçen gemide birileri var mıydı acaba? Avucumdaki kunduzu görseler inanırlar mıydı, inanmak bir şeyi gerçek yapar mıydı?

Miniği cebime koyup eve doğru yürümeye başladım, hava kararmak üzereydi. Bu dünyada kimse olmasa yine akşam ve yine sabah olur muydu? Cebimden gelen o tiz vik vik sesinin sebebi sanırım çöpü eşeleyen sarı kafalı köpekti. Kokusunu almıştı herhalde, güvende hissetsin için avucumu yavaşça göğsüme bastırdım. Bütün her şey bittiğinde, tüm bu olan biten, insanlar tekrar dışarı çıktığında nasıl güvende hissedeceklerdi acaba. Acaba ilk kime sarılacaktın dünya tekrar dönmeye başladığında. En azından bir kardeşim, ağabeyim ya da ablam olsa iyi olabilirdi. Şu minik kunduza ne isim koymam gerektiğini sorardım belki, belki de bir hastaneye yatıp tedavi görmem gerektiği hususunda ısrarcı olurlardı. Ne olursa olsun, fazladan aile bireyi iyidir. Kapı ağzında ayakkabıların bağcıklarını çözerken abartılmış filmleri düşünüyordum, her ne olursa olsun pes etmeyen kahramanları, yalnızca başrol oyuncusuyla aynı diyalogda ikamet ettiği için ölen figüranları, kaderi oynadığı karakterlerle şekillenmiş yalandan öpüşen şarkıcı kadınları düşünüyordum.

İlkin biraz şarap koydum, bir iki yudum alıp yağmur başlayınca apar topar içeri aldığım çarşafları tekrar astım bahçeye. Bahçe kıştan kalmış haliyle perişandı, şöyle sağlam bir girişmek lazımdı ama ben iyi değildim, ben de kıştan kalmıştım. Yok başarısız, boktan bir kış geçirdikli mevzuya girmeyeceğim. Ölen çocuklar zaten pek kimsenin umurunda değildir mısra dışında. Biraz toprak aldım ne olduğunu bilmediğim, açtığını da görmediğim çiçeğin dibinden. İki küçük kaktüsüm var, onların saksısına ilave edecektim. Bu arada en sevdiğim bitki kaktüs olabilir, hiç nazlanmazlar, tamam çok bir beklentim yok ama şikayet de etmezler yani, yok suyumuzu vermedin, bizimle konuşmadın, güneşe çıkarmadın diye. Sola doğru hafif yamulmuş olanı iliştirdiğim dondurma çubuğuna bağladım ki büyürse devrilmesin.

Ayakkabı kutusunun zeminini güzelce tuvalet kağıdıyla kapladım, üzerine de senin makyaj temizlemek için kullandığın pamuklardan ufak bir yatak yaptım bizim minik kunduza. Aç mıydı acaba, senin fit kalmak için gevelediğin kuru yemişlerden koydum biraz. Bir parça cevizi yatağına götürüp oyalandı biraz, bunu tasvip edemem, sonuçta yatakta yemek yenmez. Gerçi oyun mu oynadı yoksa yemeye mi çalıştı onu bile anlayamadım. Dolaptaki iki günlük yeşil mercimeği ısıttım, hala çok yemek yapıyorum. Daha doğrusu yemeği çok yapıyorum, öyle ansızın gelirsin belki diye değil de çocukluk fakirliklerinden sanırım gözüm doysun için. İstemeye istemeye yedim, şarabı bitirdim yoğurtla. Bir bira açtım, yoldan kimse geçmiyordu.

Kalktım, yatağa bir çarşaf serdim, bu lastikli çarşaflar topak topak oluyor ya hiç sevmiyorum öyle olunca. Yastık kılıfları çamaşırda, birine eski Liverpool formamı diğerine de senin kırmızı çizgili tişörtünü geçirdim. Beyaz, garip bitki desenli nevresimi ters çevirdim önce, sonra Gülyabani misali içine girip kulaklarından tuttuğum gibi ters çevirip salladım, aşağı inmemek için dirense de ağzımla tutup çektim. Zaten çoğu düğmesi kopmuş, öylece bıraktım yatağa. Yoruldum, bir bira daha açtım. Dikkat edersen düz yazılarımda sigara içmiyorum. Baktım benim ufaklık sağ ayağını yüzüne kapatıp uyumuş, cami mikrofonlarından gelen temennileri, tesellileri dinleyecek hali yok. Neredesin, kime sarılmak istiyorsun, acaba şu an hangi imamı sesliyorsun diye düşündüm.

Dakota çekirdeği diye bir şey var, BİM’de Şok’ta neyim satıyorlar. Güzel bence, tuzlu falan. Oturdum masaya, şu öyküyü bitirmeye çalışıyorum hani öykü de değil ama. Sevmediğin için arka fonda Sezen Aksu açtım, gerçi ben de eskisi kadar sevmiyorum sanırım. Arada kaç kişi ölmüş diye baktım, açıklamamışlar henüz. Acaba kaç kişi ölürse iyimser olabiliriz? Ben mesela, ne kadar ölmezsem eğitilebilirim diye soruyorum kendime. Dişlerimi fırçaladım, özsaygımı kaybetmemem gerek. Sağa doğru kaymış kilimi düzelttim, pencereyi açık bıraktım; minik kunduz sıkılıp dolaşmak isteyebilir sonuçta. Robbie Fowler’ın dokuz numarasına huzurla bıraktım kendimi. Yok, uyuyamıyordum.

Kalede Metin Eloğlu, sağ bek Ahmet Erhan, defansın göbeğinde Atilla İlhan ve Hasan Hüseyin Korkmazgil, sol bekte ben vardım. Niye bilmiyorum analitik dilcilerle oynuyorduk. İki şeye dikkat etmem gerekiyordu, birincisi Russell’ın atacağı uzun toplarla arkama Searl’ü kaçırmayacaktım, ikincisi de önümdeki Didem Madak’ı sürekli destekleyecektim. Maçın otuzlu dakikalarıydı ve bizden orta saha Arkadaş, saçma bir kırmızı kart gördü. Popper’a küfretmiş galiba, üç dakika sonra da kornerden golü yemiştik, Kripke Ahmed Arif’in üzerinden vurmuştu kafayı. İlk yarı bitmek üzereydi, sağ açıktan boşa çıkan Osman Konuk’un önüne çok güzel bir top atmıştım...