Kamu emekçileri hareketinin sınıfsal rolü*

İsmail Hakkı Ortaköy
Eski KESK MYK üyesi

Sadece KESK değil genel anlamda sendikal hareketin Türkiye’de gittikçe daraldığı, toplu sözleşme hakkından yararlanan kesimlerin çok azaldığı bir dönemde Devrimci Sendikal Dayanışma’nın böyle bir çalıştay düzenlemesi sınıf hareketi açısından olumludur ve KESK açısından da olumlu olacağına inanıyorum.

Temelde KESK 30 yıllık geçmişiyle ilk kurulduğu yıllardan itibaren Türkiye sendikal hareketi içinde sürekli değerlendirmelere tabi tutulmuş, üniversite öğrencilerinin tez konusu hâline gelmiştir ve çok incelenmiştir; KESK külliyatı 30 yıllık kısa bir süre içinde Türkiye sendikal hareketi içinde azımsanmayacak bir güce, derinliğe sahip olmuştur.
Bu derinlik nereden geliyor peki? Elbette ki bu derinliğin kuruluş aşamasından itibaren gelişen sendikal ve devrimci mücadele içinde teşkil ettiği yerle ilişkisi var. 1980 sonrası dönemde özellikle 89 bahar eylemleriyle yeniden yükselişe geçen sendikal hareket sol, sosyalist, devrimci ve sendikal mücadele içinde yer alan kamu emekçilerinin örgütlenmesiyle gelişmiş, fiili, meşru ve militan mücadelesinin sonucu denebilir.

Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi’nin geliştiği bir dönemdi, yargısız infazlar gündeme geliyordu, ve 28 Şubat süreci; bu gelişmelerin sürdüğü bir konjonktürde bütün sol hareketler, sendikalar gerilerken KESK paradoksal bir durumla büyüdü. Tabii ki bunda birkaç etken var; ama ben özellikle birkaçının altını çizmek istiyorum. Bir kere KESK’in ilk kuruluşundan, daha örgütlenme aşamalarından, kamu emekçileri hareketinin başladığı dönemden itibaren – kendi geleneğimiz açısından söylüyorum ki o dönemde İşçilerin Sesi’ni çıkarıyorduk – biz nasıl bir örgütlenme gerektiği konusunda tartışmalar yaptık. Bunu sadece İşçilerin Sesi’nde kendi kendimize yapmadık; işin öznesi olan kamu emekçisi arkadaşlarla yaptık. Tüm-Bel Sen’in, Maliye-Sen’in ilk komitesi böyle oluştu; Eğit-Sen’in ilk komitesi böyle oluştu. Tartıştık ve altını çizdiğimiz bir nokta vardı: slogan olarak da dile getirdiğimiz, savunduğumuz “Söz Yetki Karar” sahipliğini pratik olarak hayata geçireceğiz ve bunu komite ve meclislerde yapacağız. Ve ilk örgütlenmelerle birlikte biz komiteler oluşturduk. KESK’in örgütlenmesi bu şekilde gelişti ve sadece o 5 kişilik komite değil, onun çevresinde bir meclis yapılandı. Politikayı orada tartıştık, sendikal politikaları orada tartıştık. Siyasetten ürkmedik ve gelen kadroların büyük bir kesimi geçmiş dönemden 1980 öncesi siyasi hareketlerden, TÖB-DER, TÜM-DER gibi 80 öncesi dernek örgütlenmelerinden gelen arkadaşlardı.

Bu durum, bir yönüyle olumlu çünkü bu kadrolar kararlılık ifade eden kadrolar. Siyaseten beslenmiş kadrolar, sınıf bilinçli ve özverili kadrolar. Bu KESK’in gelişiminde bir avantajdı ama bunun görünmeyen bir dezavantajı da vardı ve bu kadrolar 80 öncesindeki sol siyasetler arasındaki rekabet çizgisini de KESK’e taşıdılar. Aynı zamanda kendi edindikleri siyasal kültürü de KESK’e taşıdılar. Bu durum KESK açısından ileri ki yıllarda da göreceğimiz gibi bir handikap, bir olumsuzluk teşkil etti. Aşılamadı mı diye sorulursa aşıldı diyebiliriz ama şu geldiğimiz noktadan geriye baktığımızda o dönemdeki eleştirilerimiz de çok benzerdi. Siyaset indirgemeci yaklaşım, dümenin başına geçme, küçük olsun benim olsun anlayışı gibi konularla birlikte çalışma tarzına da eleştiri getirdik; kitlenin söz ve karar sahipliği ve inisiyatifinin geliştirilmesi ve eylemliliklerde kitlesel boyutun mutlaka göz önünde tutulması üzerinde özenle duruyorduk. Bu tartışmaların üstünden eylemleri organize ediyorduk; bu tartışmalar üzerinden belli noktalarda karar veriyorduk. Ve KESK’in gerek GYK’sında (2 dönem) gerek MYK’da (bir dönem) bulunduğum hiçbir döneminde bir oylama yapmadık. Kararlarımız iknaya dayalıydı; çoğunluk ile karar almak diye bir şey söz konusu değildi.

Size ilginç bir şey anlatayım, Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirildiği dönemde, ondan önce biz Ankara yürüyüşü kararı almıştık ve o Ankara yürüyüşü kararında yakalanma olayı olduktan sonra Türkiye’de mevcut durumu değerlendirip bunun ertelenmesini talep ettik. Herkes, yani yurtsever arkadaşlar ve diğerlerinin (Sendikal Birlik hariç) hepsi buna hayır dediler; Ankara’da Ulus’taki Genel-İş’te olağanüstü GYK toplantısı yaptık.

Ertesi günü döneceğiz ve iş yerlerine gideceğiz ve toplantı bir türlü bitmiyor; arkadaşlar ertelenemez diyor; oylama yapsak kararı çok rahat çıkarabilirdik ama yapmadık. Başkan Siyami 5 dakika ara verdi ve biz DSD olarak o anda orada bulunan arkadaşlarla değerlendirme yaptık: “oylama yapılmaz; tamam peki bu durumda ne yapalım? Azınlığın kararını çoğunluk kararı olarak çıkartalım” dedik. Oylama yapmadık ve Siyami kürsüden “Arkadaşlar her ne kadar çoğunluk bu eylemin ertelenmesini gündeme getirdiyse de azınlık bir türlü ikna olmamıştır. O zaman biz azınlığın kararını uygulayarak eylemin yapılması kararını aldık” dedi. Bu sefer erteleme önerisine ikna olmayan arkadaşlar itiraz etti karara “Nasıl olur?” diye. O en sert tartışma böylece oylama yapılmadan bir sonuca bağlandı. Eylem ertelendi. Bunu şunun için anlatıyorum; iç demokrasiyi en son sınırına kadar uygulamak gerekir. Yani KESK’in içindeki o dinamiklerin bir arada tutulması, ortak karar alınabilmesi ve eylemlerin birlikte yapılabilmesi iç demokrasiyi sonuna kadar uygulamamız ile mümkün olmuştur.
Sendikal hareket gerek dünyada gerekse Türkiye’de değişim geçire geçire bugünlere gelmiştir. KESK de kuruluş aşamasından bugüne gelirken ve bundan sonraki süreçte de hep değişim yaşayacaktır. Bu değişim belli dönemlerde belki geriye gidiş gibi algılanır ama ben şuna inanıyorum ki gelecek dönem açısından da sınıf hareketi ve bu hareketin bir parçası olarak KESK daha ileriye doğru gidecektir.

KESK’in kuruluş aşamasından itibaren iki çizgi her zaman için var olmuştur: bir çizgi “Her şeyi ben bilirim, dümenin başına ben geçeyim” diye ifade edilebilir. İkinci çizgi ise az önce tarif ettiğim bizzat işin özneleriyle ikna ve kolektif karar alma süreçlerine dayanır. Bu KESK’in külliyatında vardır. DSD’nin 1998’de ilk çıkardığı broşür de bunun üzerinedir; bu broşürde eylem anlayışı, önderlikten ne anlamamız gerektiği ve o günkü güncel politikaya ilişkin değerlendirmeler (4-5 Mart değerlendirmeleri de dahil) sendikal politikaların ne olması gerektiği, genel kurul politikaları da dahil hepsi yer almıştır. Yani DSD’nin külliyatı ve biriktirdikleri öyle üzerinden atlanacak, yok sayılacak gibi değildir diye düşünüyorum.

Bu bağlamda şuraya gelmek istiyorum: ilk kuruluş aşamasından itibaren DSD ortak örgütlenmeyi savunmuştur. DSD yine kendi içinde tartışarak ortak örgütlenmeyi orta vadede (hatta belki biraz daha uzun vadede) ulaşılması gereken bir hedef olarak belirleyip konfederasyonlaşmaya “evet” demiştir. O dönemde konfederasyonlaşmaya karşı çıkan arkadaşlarımız vardı. Bu duruma bağlı olarak konfederasyon tartışmaları şekillendi. Bizler kamu emekçilerini memur, kapı kulu olarak değil, emek gücünü satarak geçinmek zorunda olan işçiler olarak kavradık. Çünkü gerek ortak örgütlenme gibi mücadele hedefleri ve kazanılması gereken hedefler açısından gerek kültür açısından daha İşçilerin Sesi döneminde kamu emekçileri hareketi ilk çıktığında DSD kamu emekçilerini işçi olarak kabul etmiştir. Burada hareket noktası Marx’ın ve Lenin’in de yaptığı derinlemesine tartışma doğrultusunda “emek gücünü satan herkes bizim açımızdan işçidir” olmuştur. Bu noktadan hareketle “kamu emekçileri işçidir” dedik ve kamu emekçilerinin sınıfsal konumu üzerine dönen bu tartışmaları o dönemde tükettik. Hatta buna ilişkin İşçilerin Sesi’nden doğru bir kitap ya da broşür de çıkarılmıştı. Sınıf ve kitle sendikacılığı broşürünü de ilk kez İşçilerin Sesi’nden doğru çıkardık.

Bunları şundan dolayı anlatıyorum: o dönemde KESK’in oluşum sürecinde ve daha sonraki süreçte bizim bu birikimimiz, bu yaptığımız çalışmalar ve kolektif bir şekilde ürettiklerimizin tamamı bize yol gösterici olmuştur. Yoksa tek tek bireylerin, tek başına başarısı değildir. Bu kolektif bir başarıdır, kolektif üretimdir. İkincisi, başarının diğer bir noktası ise üyeyle olan temastır. Biz illere, iş yeri gezilerine gittiğimizde erkenden giderdik. Kendi arkadaşlarımızla, DSD’li arkadaşlarımızla – ama 1 saat önce ama 1 gün önce giderdik – bir toplantı yapardık. Onların düşüncelerini alırdık. O düşünceler ışığında kararların oluşmasını sağlardık. Ama şimdi gözlemliyorum belki eksiğimdir, yanılıyorumdur; geliniyor bir salonda toplantı yapılıyor, ondan sonra bir yemek yeniliyor ve geri dönülüyor. Bu durum son dönemde (Eğitim-Sen’in bir önceki yönetim döneminde) olan bir durum; ondan önce ise 5 kişi/7 kişi karar alıyor, bir bakıyorsunuz sabahleyin eğitim emekçisi okula giderken telefonuna mesaj geliyor “Bugün iş bırakıyoruz” diye. Ne bizim kültürümüz ne sendikal hareketin kültürü bu değildir.
Her zaman şuna inanırım, yüz yüze ilişki, yüz yüze temas, göz teması bile önemlidir. Yani KESK’in gelişmesindeki etkenlerin bir boyutu da budur; yüz yüze temastır, dayanışma ilişkisidir. Dayanışma ilişkisi de önemlidir. Bu olmadığı sürece biz istediğimiz kadar uğraşalım sonuç almamız zor. Sektörel anlamda dayanışmamız vardı, iş kolu bazında dayanışmamız vardı, iş yeri bazında dayanışmamız vardı. Yani yaptıklarımız ve ürettiklerimizin hepsi çalışma tarzımıza bağlı olarak kotarıldı.

Bugüne gelirsek; DSD’nin saptadığı birleşik ortak örgütlenme. Evet 25-30 yıl geçti; birleşik ortak örgütlenme denince çatı birlikteliğinden doğru düşünenler var, farklı sendikalarla birleşelim diyenler var, konu farklı şekillerde tartışılıyor. Ama ilk etapta bunun zeminlerinin oluşturulması gerekir. Masanın bir ucunda işçi, öbür tarafında kamu emekçisi. Bu tip iş kollarında bir program çıkarılmalı, bu süreç bir programa bağlanmalı. En büyük eksiklik orta vadeli bir program oluşturmamak; bu olmadığı sürece KESK’in ve emek hareketinin mevcut halini değiştirmek zor.

DİSK’le ortak eylemler yaptık/yapılıyor, Türk-İş’le ortak eylemler yaptık, emek platformu temelinde başka konularda ortak eylemler yaptık ama ne DSD’nin ne de KESK’in ortak örgütlenmeye dönük bir programı yoktu. Biz şu çalışmaları yapalım, orta vadede gerçekleştirmek istediğimiz hedefler için gerekli taşları yavaş yavaş döşeyelim, bir zemin oluşturalım denilemedi.

İkinci bir nokta ise şu: konfederasyon kurulmasından sonra birçok şeyi KESK’e havale eden, orayla sınırlı gören bir yapı da şekillenmeye başladı. Oysa örgütlenme çok değişiktir; çok şekillidir, yani sen işi belirlersin örgüt o işin gölgesidir. İlle de konfederasyon bağlamında düşünmemek gerekir. Değişik noktalar gündeme gelebilir ama bunların hepsi KESK’i aşan hatta DSD’yi de aşan çalışmaları gerektirir. Çünkü böyle bir çalışma ne KESK’in ne de DSD’nin tek başına yapabileceği bir şey değildir. Bu doğrudan doğruya siyasi anlamda politik olarak sınıf bilinçli işçilerin toparlanması, bir araya getirilmesi, birlikte tartışılması ve biçimlerin o tartışmaların ışığında şekillenmesi demektir. Bazen bir dernek de işlev görebilir, bir federatif örgütlenme, federasyon örgütlenmesi ya da bir yayın organı da işlev görebilir. Ama mühim olan burada sınıf bilinçli insanların bir araya getirilmesidir. Bu da siyasi organizasyonun işidir. DSD bu konuya ilişkin katkı sunar, görev alır, oranın motor gücü olur. Böyle bir sürecin yaşanması gerektiğini düşünüyorum.

Bu süreç tek bir sendikadan, tek bir merkezden doğru olmaz. Bunun mücadelesini KESK’in içinde vermek zorundayız; bunun mücadelesini Türk-İş’in içinde vermek zorundayız; bunun mücadelesini DİSK’in içinde vermek zorundayız. Ya da bağımsız sendikalarda vermek zorundayız ve şu anda tarihimizin en olumlu koşulları içindeyiz.

Hiç kimsenin umut etmediği bir şekilde, pandemi koşullarında dahi kuryelerin, Trendyol’un, Birleşik Metal İş’in dünya genelinde Amazon’un örgütlenmeleri ve direnişleri ortada. O nedenden dolayı ben önümüzdeki sürecin, inşa süreci yani ortak örgütlenmenin inşası süreci olması gerektiğini düşünüyorum; KESK özelinden bakarsak yeniden bir inşa faaliyeti değil, KESK’in dönüştürülmesi gerektiği kanısındayım. Elbette ki bu noktada DSD motor güç olma işlevini devam ettirecektir. Bu motor güç olmadığı sürece, bunu yapamadığımız sürece, çok açık söyleyeyim, sendikal hareketin geleceği açısından durum daha da zorlaşacaktır. Çünkü konjonktür çok değişti; geçmişi değerlendirirken şunu da görmeliyiz; artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bizim geçmişteki bir handikabımız da şuydu arkadaşlar: Türkiye’de biz çifte yenilgi yaşadık. Bir 12 Eylül yenilgisi bir de dünya genelinde Berlin duvarının yıkılmasıyla yaşanan yenilgi. Sol hareketin krizi, sosyalist hareketlerin ve doğal olarak da sendikal hareketin krizi. Ve o dönemde şu tespiti yaptık biz; dedik ki, “Sendikal hareketin krizi sendikal düzlemden aşılamaz”. Sol hareketin, sosyalist hareketlerin kendi krizini aştığı boyutta sendikal hareket de kendi krizini aşacaktır dedik. Oradaki eksiklik şu oldu, bu tespit doğru olsa da o dönemdeki sol hareketler kendilerinin yapması gereken birçok işi dolaylı olarak diğer kuruluşlar, emek ve meslek örgütleri üstünden yürütmeye çalıştılar. Bu konu da herkesin eksiği var. Kimisinin çok fazla, kimisinin az ama hepimizin eksiği var. Bunun altını çizerek söylemek gerek. Mesela çoğu durumda KESK karar aldı; KESK eylem yaptı, sol, sosyalist partiler ve yapılar da KESK’in arkasına dizildi; bunu nasıl anlamlandırmak gerek? Bu atları arabanın arkasına koşulmasıdır. Artık bu konjonktür bunu kaldırmaz. Bu konjonktür atları arabanın önüne koşmak zamanıdır. O atlar, at koşucular siyasi harekettir. Bu görev yerine getirilmediği sürece sendikal hareketin krizini kendi içinden doğru aşmak mümkün değildir.