Paradigmanın içinden düşünerek, bu krizden çıkmanın mümkün olmadığını kabul ederek başka bir kamusallık, kamusal bilinç ve sorumluluk tanımlamamız gerekiyor. Ancak bu yeni kurgu, toplumun rant dışında düşünebilen tüm kesimlerini kapsadığı ölçüde başarılı olabilir.

Kamusal bir sorumluluk olarak afetle mücadele

NAZIM AKKOYUNLU
BİMTAŞ Genel Müdür Yardımcısı

Bulunduğumuz coğrafyanın sürekli ve acı bir biçimde hatırlattığı deprem gerçeği ve bu gerçekle nasıl yaşadığımız, baş etme meselesinin mevcut işleyişine dair fikir vermesi bakımından önemli bir gösterge. Zira uzmanların her deprem sonrasında “Depremle yaşamayı öğrenmemiz gerekir” yönündeki tavsiyelerinin dikkate alınış süresi, yeni bir gündemin ortaya çıkma hızına bağlı olarak bir hafta ile on gün arasında değişiyor. Oysa depremi unutarak depremle yaşamaya çalışmanın fazlasıyla ödediğimiz ağır bedelleri var! Bu bedelleri kimlerin ödediği sorusu sorumluluğun kimlerde olduğuyla doğrudan ilişkili.

Doğal ve insan yapımı afetler açısından (ekonomik krizler, salgın hastalıklar, deprem, sel vb.) riskli alanlara dair haritaları üst üste koyduğumuzda, en kırılgan yerlerin kentlerin yoksul mahalleleri olduğunu net bir biçimde görebiliyoruz. Denizle doğrudan ilişkili İstanbul, İzmir gibi kentlerde bu haritaya iki boyutlu ve düzleştirici bir mantıkla yaklaştığınızda, deprem konusunda durumun böyle olmadığı düşüncesine kapılabilirsiniz. Bu bir yanılgı olur! Kentin iç mahalleriyle karşılaştırıldığında denize yakın mahallelerin, gelir durumununun görece daha yüksek ancak fay hatlarına yakınlık ve zemin sorunları nedeniyle daha riskli alanlar olduğu varsayılıyor. Ancak bu varsayımlar üçüncü bir boyutu, yani yapıları ve yapı kalitesini dikkate almıyorlar. Oysa biliyoruz ki yapıların kalitesi, depreme dayanıklılığı birçok durumda diğer değişkenlerden çok daha belirleyici oluyor. Bunu söylerken çarpıcı bir örnek olarak Japonya gerçekliğini akılda tutmak yeterli görünüyor.

Binalar söz konusu olduğunda kullanılan yapı malzemesinin ötesinde, yapım yılı, mühendislik hizmeti alıp almadığı, yapım sonrasında zaman içerisinde yapılan müdahaleler ve özellikle yıllara sair binalar gündeme geliyor. Yıllara sair binalar, her seçim öncesinde bir veya daha fazla kat ilave edilerek yükseltilmiş yapılar olarak basitçe açıklanabilir.

Yapı nizamı da bir başka önemli etken, özellikle bitişik nizam yapılarda deprem sırasında taşıyıcı kolonların birbirine çekiçleme etkisinde bulunarak yıkıma sebep olduğu biliniyor. Tüm bu bileşenleri biraraya getirdiğimizde bir kez daha fiziksel gerçeklik toplumsal bir gerçekliğe dönüşüyor ve sınıf rengini alıyor; deprem açısından riski yüksek bu tür yapılar yine yoksul mahallelerde yoğunlaşıyor. Tam da bu noktada, bu tür verilerin sistematik biçimde üretilmesine ihtiyaç olduğunu da not düşmekte yarar var.

Gelmek istediğimiz nokta şimdiye kadar kendi haline bırakılan plansız ve denetimsiz yapılaşmış bu alanlardaki kamusal sorumluluğumuzdur. 80’lerde yap-satçı küçük girişimciler eliyle dönüşüme uğrayan söz konusu alanlar son dönemde büyük sermayeli özel girişimlere teslim edildi. Ancak her iki dönem de mevcut sorunları çözmek bir yana daha da büyüttü, İstanbul’a geri dönüşü olmayan zararlar verildi. Kaçak yapı ve eklentilere meşru bir zemin sağlamak üzere 2018 yılında yürürlüğe giren “imar barışı” ile son darbe vuruldu. Yapılan tüm bu düzenlemelerin popülist bir siyasi yönü vardı elbette, ancak son yıllarda yapılı çevrenin oluşumunda en önemli kaygının rant ve kaynak yaratma olduğunu iktidar sahipleri de dahil kimse inkâr etmiyor.

İmar barışından elde edilen toplam gelire ilişkin en son rakam 23.5 milyar TL olarak açıklanmıştır. Bu para ile hangi ekonomik sorunlar çözüldü bilmiyoruz. Olası 7 ve üzeri şiddette bir İstanbul depreminin ise tartısı olmayan insan kayıpları yanında ülke ekonomisine en az 120 milyar TL’lik zarar vereceği öngörülmektedir. Dolayısıyla son günlerde tekrar alevlenen deprem vergileri nereye gitti tartışmasına başka ekler de yapmak gerekiyor. İmar barışından elde edilen gelirler, 2012 yılında çıkarılan 2B yasasıyla satılacak 2B arazilerinden elde edilen gelirlerin de kentsel dönüşüm için kullanılacağını en yetkili isimlerden dinledik.

Özel sektörün kentsel sorunları bir fırsat alanı olarak görmesini doğal karşılayabiliriz. Öte yandan sorunları çözmesi beklenen kamu otoritesinin de benzer bir yaklaşım sergilemesi, toplumun farklı kesimlerinden yükselen haklı tepkileri beraberinde getiriyor. Elbette demokratik yollardan tepkilerin verilmesi bir vatandaşlık hakkıdır. Ancak sadece deprem olduğunda gündeme gelen ve öne çıkan yeni gündemlerle kısa sürede unutulan bir tepki mekanizmasının ötesinde denetim mekanizmalarına ihtiyacımız olduğu da açık.

Sonuç olarak deprem, sel, salgın vb. afetlerde kayıpları minimuma indirmek için yapılması gereken işlerde, sıfır noktasının altında bir yerlerde ve karabulutların arasındayız. Kentsel yapılı çevreye yönelik genel yaklaşım, mevcut yasalar, finansal araçlar ve karabulut gibi kentlerin üzerine çöken rant arayışlarıyla mevcut çıkmazları aşmak imkansız görünüyor.

Paradigmanın içinden düşünerek, bu krizden çıkmanın mümkün olmadığını kabul ederek başka bir kamusallık, kamusal bilinç ve sorumluluk tanımlamamız gerekiyor. Ancak bu yeni kurgu, toplumun rant dışında düşünebilen tüm kesimlerini kapsadığı ölçüde başarılı olabilir.

Birlikte başarabiliriz.