Sermaye tarafından bölüşüm krizi olarak inşa edilen kıtlık ortamı, aynı zamanda besin üzerinden inşa edilen bir yaşam tarzı da ortaya çıkarıyor. Çünkü kıtlık ortamı sermaye için bir bölüşüm krizi değil, sistemin doğası.

Kamusal denetim ve yaşam hakkı

FEVZİ ÖZLÜER

Dünya genelini saran savaş koşulları, emeğin değersizleştirilerek sermaye birikiminin olanaklı kılınacağı mecrada el yükseltti. Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşın farklı cephelere sıçraması emperyal ülkelere yeni fırsatların kapısını açtı. Bu durum iklim ve gıda krizinin önümüzdeki aylarda tetikleneceğinin habercisi. Nükleer ve kömür başta olmak üzere fosil yakıtlara daha da büyük anlamlar yüklendi. Bu durum, ekosistemlerin parçalanmasını hızlandırıyor.
Ekosistemlerin parçalanmasına bağlı olarak gıda ve çevre sağlığının da dünya genelinde bozulmasının yarattığı kötü yaşam koşulları, endüstriyel beslenme kültürü, gıda bağımsızlığının ve egemenliğinin kaybıyla beraber toplumun büyük bir çoğunluğunda yeterli ve insanca besine ulaşma sorunları baş göstermiştir. Halk sağlığını da tehdit eden bu küresel ekolojik sorunlar karşısında, iyi yaşam pratiklerini korumak için dünya genelinde bilim insanları da gıdaların tektipleşmesinin, biyolojik çeşitliliğin kaybının ve endüstriyel beslenme alışkanlıklarının yanlışlığını kamuoyuna açıklayarak halk sağlığına ve özellikle geleceğimiz olan çocuklara etkisine dikkat çekme işlevi üstlenmiştir. Nitelikli gıdaya erişim sorunu bir halk sağlığı sorunu olarak ülkelerin güvenliği ve geleceği sorunu haline gelmiştir.


Yaşam hakkı savunucuları, tam bu noktada bugünün ve gelecek nesillerin maddi yaşam kaynaklarını korumak için büyük bir emek ve çaba sarf ediyor. Fakat, ülkeleri ve emekçileri yoksullaştırılarak enerji, maden, gıda başta olmak üzere yaşamın tüm maddi zenginliklerine sermayenin el koyduğu bir ekonomi politik dünya geneline hakim olmuş durumda. İklim ve gıda krizi de bu savaş koşullarında bir üretim ve bölüşüm krizi olarak yeniden üretilmektedir.

Yaşam Kastlaştırılıyor!

Bu koşullar içinde nitelikli gıda, su, hava için bilim insanlarının sözünün ve sesinin her zamankinden daha büyük bir etkisi oluyor. Halk ve çevre sağlığını işaret eden her açıklama, eylem birikim rejiminin baş düşmanı ilan ediliyor. Bu nedenle hak mücadelelerinin olduğu kadar, bilim insanlarının yaptığı açıklamaları düşünce özgürlüğü kapsamında göremeyen bir sermaye sınıfı doğdu. Bu açıklamaların ve şirketlerin faaliyetlerini görünür kılan izlemelerin kamusal bir denetim işlevi görmesini, halkın aydınlatılmasını bir husumet olarak gösteren bir sermaye kültürü açığa çıktı. Tüm dünyada gıda, enerji ve maden tekelleri, insanların büyük bir çaresizlik içinde doğru gıda, hava, su arayışlarını yönlendirerek, onlara sadece besinin ne olduğunu değil aynı zamanda bir yaşam biçimini de dayatmaktadır.

Bu düzlemde sermaye tarafından bölüşüm krizi olarak inşa edilen kıtlık ortamı, aynı zamanda besin üzerinden inşa edilen bir yaşam tarzı da ortaya çıkartıyor. Çünkü, kıtlık ortamı sermaye için bir bölüşüm krizi değil, sistemin doğası. Bu nedenle, toplumun sınıfsal parçalanması, fırsat eşitliğini şirketlerin imal ettiği ürünlerin satın alınmasıyla mümkün kılıyor. Bu sınıfsal parçalanmayı bir kast sistemi olarak yeniden üreten ve kurumsallaştıran besin programları hayata geçiriliyor. Etkili pazarlama ve reklam teknikleri kullanılarak yoğun bir propaganda altında iyi gıdanın ne olduğunun inşa edilmesi de bu sürecin bir parçası. Bu pazarlama teknikleri, gıda krizinin içinde şirketlerin daha büyük karlar elde edeceği tek tip beslenme alışkanlıklarının köklenmesine yol açıyor. Gıda tüketiminin, insanların metabolik özellikleri, getirdikleri genetik özellikler, çevresel koşullar, toplumsal alışkanlıklara bağlı olarak farklılaştığı bir gerçekken; belirli ürünlerin herkes tarafından tüketilebileceği algısına dayalı bir gıda sektörü yaratılmıştır. Gıdaya erişim hakkı yerini, şirketlerin ürettiği gıdanın iyiliğine ikna olma hakkına bırakıyor.

Böylece, beslenme kültürü insanların toplumsal, ekolojik ve bireysel özelliklerinden bağımsız belli şirketler tarafından üretilen bir “iyi” algısına mahkum kılınmaktadır. Şirketlerin bu gıda stratejisi, beslenmenin ele geçirilmesine, bölüşüm sorunlarının kastlaşmasına ve yaşam tarzının şirketler tarafından inşa edilmesine yol açmaktadır. Kamuoyunda geçtiğimiz günlerde bu pazarlama teknikleri, arılardan elde edilen endüstriyel gıda ürünlerinin yarattığı riskler üzerinden gündeme geldi. Kurulan kast sistemine karşı duran, biliminsanı Bülent Şık’ın düşünce özgürlüğü kapsamında açıklamalarına karşı bu endüstrinin hakim bir şirketi hukuki tehdit yoluna yöneldi. Araştırmacının yazdıklarını sosyal medyadan kaldırtmaya çalıştı. Şirketlerin bu tarz girişimleri, sadece düşünce özgürlüğünün ilgası niteliği taşımıyor. Gıda hiyerarşisi içinde, halkın beslenme, barınma sorunlarına dikkat çekilmesini şirket karlarına yönelmiş bir tehdit olarak görüyorlar. Şirketler için gıda krizinin ve halk sağlığı sorunlarının çözümü kendi reçeteleri ve ürünleridir. Bu ürünleri satın alamayacak olanlar da işin “doğası” gereği elenecektir.

Benzer durum, bir inşaat firmasının milli park sınırları içinde ölçeksiz ve imarsız yaptığı kamuoyuna taşınan inşaatı hakkında açıklamalar yapan Halime Şaman’a da yöneltilmiştir. Şaman’ın açıklamaları, şirketin itibarını zedelediği gerekçesiyle bir tazminat davası açıldı. Daha önceki yıllarda da yine pek çok gazeteci bu durumun mağduru oldu.

Geleceğimiz İçin Ne Yapmalı!

Ekosistemin korunması için üretimin nasıl yapılması ve ürünlerin nasıl kullanılması gerektiğine yönelmiş her türlü bağımsız çalışma, örgütlenme, çevre sağlığını korumaya yönelik faaliyetlerin geleceğin toplumu için büyük bir imkan barındırdığı bir gerçek. Tam da bu nedenle bu girişimler hızla düşmanlaştırılmaktadır. Bu dönemin birikim rejimi, kamuoyu denetiminin ortadan kaldırılmasıyla ve toplumun geleceksizleştirilmesiyle mümkün olacağı gerçeğine dayalıdır.

Bu kapsamda da yaygın “sağlıklı ürün” reklamları yapan gıda tekellerinin, biz olmazsak enerjimiz biter diyen şirketlerin ve yaşam tarzı satan konut firmalarının kamuoyu denetiminden kendilerini azade tutan yaklaşımlarını, sermayenin bu dönemki genel eğilimi ve birikim rejiminin bir propagandası saymak gerekir. Bu durum, toplumun gerçek bilgiye erişim hakkının ihlalinin ötesine geçmiştir. Kamuoyu denetimini düşmanlaştırmanın bir devlet stratejisi haline gelmesi için sermaye büyük bir çaba harcamaktadır. Kamuoyu denetimi, yaşam hakkının mümkün olması için zorunludur. Oysa, şirketler yaşam hakkını, soluk alıp verme hakkına indirgemek istemektedir: “Biz ne verirsek onu ye, ne dersek onu dinle, nasıl nefes alınacağını söylediğimizde de ona uy”.
Bu nedenle de şirketler, tüketici, sağlık, çevre örgütlerinin ve bilim insanlarının açıklamalarını savaş taktikleri ile yok etmeye girişiyor. Çevre hukukunun üretim sürecini korumak için geliştirdiği, ihtiyatilik prensibi yağmaya dayalı büyüme ekonomilerinde işlemiyor. Oysa şirketlerin, işlerinin ve ürünlerinin halk ve çevre sağlığı üzerinde olumsuz bir etki yaratmadığını ispat etmesi gerekir. Şirketlerin, kara dayalı üretim stratejisinin üstünü örten ve insanların, metabolik farklılıklarını görmezden gelerek, herkes için iyi bir ürün ürettiğine yönelik reklam kampanyalarının eleştirilmesinin bir haksız fiil oluşturması mümkün değildir. Reklam ve pazarlama teknikleriyle örülü ürün ve projelere yönelik eleştirilere karşı baskı ortamı yaratma girişiminin bir hak ihlali, hukuki bir tehdit niteliği taşıdığı ve suç teşkil ettiği de açıktır. Yaşama hakkının korunması için gerekli kamuoyu ortamını sağlayan bağımsız yayın girişimlerinin, bilim insanlarının ve tüketici, sağlık, çevre mücadelelerinin faaliyetlerinin doğrudan bir yaşam hakkı mücadelesi olduğunu unutmamak gerekiyor.