Özellikle salgının bir tsunami gibi vurduğu ilk günlerde Sağlık Bakanlığı’nın bütün hazırlıksızlığına karşın hızla organize olan büyük kamu hastaneleri daha fazla ölümlerin gerçekleşmesinin önüne geçti. Nitekim Sağlık Bakanlığı’nın bu süreçte gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında “başarı hikâyesi” için öne çıkardığı sağlık kurumları Çapa, Cerrahpaşa, Okmeydanı, Sadi Konuk, Şişli Etfal gibi hastaneler oldu.

Kamusal sağlık örgütlenmesi kamusal sağlık hizmeti

Osman Öztürk

Bundan on yedi yıl önce iktidara gelen AKP 16 Kasım 2003’te “Acil Eylem Planı”nı açıkladı. Bu planda sağlıkla ilgili öngörülenler şunlardı: “Bir yıl içinde devlet hastanesi, sigorta hastanesi, kurum hastanesi ayırımını kaldırmaya dönük çalışmalar ve hastanelerin idari ve mali yönden özerkliğinin sağlanması çalışmaları başlatılacak. Genel Sağlık Sigortası Sistemi kurulacak, aile hekimliği uygulamasına geçilecek ve sağlam bir sevk zinciri oluşturulacak. Koruyucu hekimlik yaygınlaştırılacak, özel sektörün sağlık alanına yatırım yapması özendirilecektir. ”

Bu söylenenlerde aslında herhangi bir yenilik yoktu. Dünya Bankası kaynaklı “Sağlık Reformları”nın bileşenleri olarak ANAP’tan başlayarak yıllardır hükümet programlarında yer alıyordu. Hatta 1990’ların başında doğrudan Dünya Bankası finansörlüğünde Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü kurulmuş, başına da şimdilerde işlerin buraya gelmesinin müsebbiplerinden değil de muhaliflerindenmiş gibi televizyonlarda bağırıp çağıran Serdar Savaş getirilmiş, kanun taslakları hazırlanmış, pilot uygulama yasaları çıkarılmış, ancak o yıllardaki koalisyonların uzun ömürlü olamaması nedeniyle hayata geçirilememişti.


Şimdi farklı olan parlamentoda çoğunluğa sahip bir iktidar tarafından uygulanacak olmasıydı.

***

AKP’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” 2003 Haziran’ında hazırlandı, kamuoyuna tanıtımı için de İstanbul’da üç günlük bir çalıştay düzenlendi. Önce Sağlık Bakanı Recep Akdağ ve Müsteşarı Sabahattin Aydın programla ilgili konuştu, ardından çalışma grupları oluşturuldu. Çalıştaya davet edilen TTB heyeti olarak aramızda görev dağılımı yaptık, bana Sağlık Bakanlığı’nın yeniden organizasyonuyla ilgili oturum düştü.

Önce sunumlar yapıldı. Sağlık Bakanlığı sağlık işini yürütemiyordu. Bakanlık hastaneleri son derece hantaldı, verimsizdi, müsrifti. Bakanlık bir an önce sağlık hizmeti sunumundan çekilmeli, “planlayıcı ve denetleyici” bir yapıya dönüşmeli, Sıhhiye’deki Bakanlık binası ve illerdeki sağlık müdürlükleri dışındaki bütün kurumları tasfiye edilmeli, Sağlık Bakanı’nın ifadesiyle “Kürek çeken değil dümen tutan bakanlık” oluşturulmalıydı.

Bizim grubun katılımcıları ağırlıklı olarak eski ve yeni bakanlık bürokratlarından oluşuyordu. Yeni bürokratlar derslerine iyi çalışmışlardı; “etkinlik”, “verimlilik”, “rekabet”, “yönetişim”, “müşteri memnuniyeti” gibi piyasa kavramlarını ezbere konuşuyorlardı. Eski bürokratlar ise daha temkinliydi. Bir ara içlerinden biri söz aldı. “Tamam” dedi, “biz bu işi yürütemiyoruz. Buna ben de katılıyorum. Ama bir konuda endişem var. Peki, biz bütün bu sağlık kurumlarını elimizden çıkardıktan sonra bir salgın hastalık patlak verirse ne yapacağız?”

***

AKP’nin 2005’te Meclis’ten geçirdiği Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nu hatırlıyor musunuz? Sağlık Bakanlığı’na bağlı bütün hastaneler ilk elde yerel yönetimlere devredilecekti. Sonrası meçhuldü. Neyse ki dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer veto etti, AKP de bir daha getirmedi de, olmadı.
Ya kamu hastanelerinin desantralizasyon girişimlerini hatırlıyor musunuz? Sağlık kurumlarının merkezi yönetimin oluşturduğu hantal yapıdan kurtarılması gerekiyordu. Hastaneler yerinden yönetim ilkesi çerçevesinde “işletme”lere dönüştürülecek, her birine birer mütevelli heyeti atanacak, heyette ildeki ticaret ve sanayi odalarının temsilcileri de yer alacaktı. Neyse ki o girişimler de akim kaldı.

Ama AKP’nin kamu hastaneleriyle mücadelesi bitmedi.

Her şey bir yana beyin ameliyatından çıkıp patates ihalesine giren başhekim yöneticilikten ne anlardı? Hastaneleri gerektiğinde özel sektörden de atanabilecek, kâr-zarar hesabından anlayan işletmeciler yönetmeliydi. Nitekim 2011’de çıkarılan 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kamu Hastane Birlikleri kuruldu, başhekimlerin üstüne “Hastane Yöneticisi” sıfatıyla CEO’lar atandı. Ve fakat, heyhat, aradan beş yıl geçmeden o proje de iflas etti.

Neticede, taşeronlaştırma, hizmet satın alma, performansa dayalı ücretlendirme gibi uygulamalarla kamusal nitelikleri bir hayli aşındırılmış olsa da tıp fakülteleri ve Sağlık Bakanlığı hastaneleri eski yapılarını korumuş oldular.

***

Koronavirüs pandemisi bütün hızıyla devam ediyor. Coğrafi, siyasi, demografik yapıları, salgın politikaları, test sayıları, vaka bildirim kriterleri gibi bir dizi değişken standardize edilemediği için ülkelerin performansını değerlendirmek ve karşılaştırmak oldukça zor. Ancak Türkiye’nin salgını bırakın kontrol altına almayı hâlâ baskılamayı bile başaramadığı göz önüne alındığında başarılı ülkeler arasında saymak mümkün görünmüyor.

Gene de Türkiye’nin salgını daha ağır geçirmemesi sahip olduğu birkaç avantajdan kaynaklanıyor. Bunlardan biri yaşlı nüfus oranının gelişmiş ülkelere göre hayli düşük olması, bir diğeri zaten yıllardır yoğun çalışmaya adapte olmuş olan fedakâr sağlık çalışanları, üçüncüsü ise büyük kamu hastanelerinin varlığı.

Özellikle salgının bir tsunami gibi vurduğu ilk günlerde Sağlık Bakanlığı’nın bütün hazırlıksızlığına karşın hızla organize olan büyük kamu hastaneleri daha fazla ölümlerin gerçekleşmesinin önüne geçti. Nitekim Sağlık Bakanlığı’nın bu süreçte gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında “başarı hikâyesi” için öne çıkardığı sağlık kurumları Çapa, Cerrahpaşa, Okmeydanı, Sadi Konuk, Şişli Etfal gibi hastaneler oldu.

***

Peki, seksen yılda alamadığı mesafenin kat kat fazlasını on yedi yıllık AKP döneminde alan, bir yandan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun bütçesine hortum dayayıp bir yandan da eli hastanın cebinde olan özel hastaneler bu süreçte ne yaptı?

Özel hastane patronlarının örgütü OHSAD’ın Başkanı Dr. Reşat Bahat daha salgının ilk haftasında “Bu fiyatlarla bu hizmet yapılmaz, devlet özel hastanelere el koysun” diye açık olarak ifade etti. Bunu söylerken tabii ki özel hastanelerin kamulaştırılmasından değil, salgının yükünün devlet tarafından üstlenilmesinden bahsediyordu. Salgın boyunca devlet özel hastanelere el koyup işletmeli, sonra sahiplerine iade etmeliydi. Böyle de olsa yıllardır özel sağlık sektörüne yapılan yatırımın ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğu salgın vesilesiyle itiraf edilmiş oldu.

***

Koronavirüs pandemisinin şu altı aylık seyrine bakarak şimdi artık çok daha yüksek sesle söylememiz gerekiyor:
“Sağlık piyasanın vahşi koşullarına terk edilemez; kamusal sağlık örgütlenmesi, kamusal sağlık hizmeti!”