Seyyah, yarım anka yılı yolu geri yürüyüp konarına geldiğinde Kabil yarım anka yılı yolu yürüyüp seyyahın terk ettiği yere gelmiş

Kan

İLKER EKİCİ *

Vakti zamanında; Anka kuşunun tüyü düşmeden evvel, Habil Kabil’le kol kola gezerken veya ondan az sonra, düvelsiz dünyada muazzamalar yokken; ucube yüzlü, kara seyrek sakallı, çürük peynir kokulu bir seyyah kendine görev addedilmiş yağmur suyu toplamak için seyr-ü sefere çıkmış. Ben o zamanlar, yazılmamış bir kaderde acaba şöyle mi olsa diye Tanrının iç geçirmesiyim. Yetmiş Anka yılı kuraklığın üstüne yetmiş bereketli yıl geleceğini söyleyen Kabil’in kahini, daha yeni kör olmuş. Bir Anka tüyü miladiye vurduğunda 52 yılda düşermiş. Bir Anka tüyünün düşüşü bir yıla tekabül edermiş.

Anka’nın mavi tüyü kırmızıya çalarken, kahin Kabil’e amberden bir kolye vermiş. O zamana kadar, işlenmemiş bir amber. Sarıyla kırmızı arası taze alaz rengi. Bu amberi al git, gittiğin yere bereket gelecektir lakin sadece tebana ve kabilene gösterecek, onları hiç kimsenin daha evvel ayak basmadığı bir yere götürecek ve orada yaşayacaksın. Bu dediğimi iyi belle, yoksa soyun Anka ölene kadar acıyla kavrulur, demiş.

Kabil, daha kavga etmediği Habil’i de alıp çölü aşmış. Sarı sıcağın altında yürüdüğü her yolda boynundaki amberle ferahlamış. Kabilesiyle el ele tutuşarak hep birlikte serinliği ishal etmişler en küçüklerine kadar.

Seyyahsa, Kabil’in geliş yolunun tersinden yürüyormuş. Bir noktanın iki ucu, hayat ve ölüm. Hay ve hu. Cenup ve Şimal. Yarım Anka yılı yürüyüşünden sonra, Kabil’inse yarım Anka yürüyüşü mesafesi kaldığında varmış bir vahaya. Elinde bir deri küfeyle güneşin ayı kovalamasını beklemiş durmuş. Kabil gelmeden az evvel, Kabil’e rahmet olsun diye yağan yağmurdan nasiplenmiş seyyah. Deri küfesine alabildiğince doldurduğu yağmur suyunun ağzını sıkıca kapattıktan sonra, anadan üryan soyunup yunmuş, avret yerini toprakla sıvamış. Toprağın sıcağını yağmurun soğuğuyla harmanlamış. Kesintisiz yağan o büyük yağmur tufanında içebildiği kadar suyu da içip, konar olduğu memleketine doğru yola çıkmış.

Seyyah, yarım anka yılı yolu geri yürüyüp konarına geldiğinde Kabil yarım anka yılı yolu yürüyüp seyyahın terk ettiği yere gelmiş. Amberin yüzü suyu hürmetine yetmiş anka yılının zekatı niyetine yağan yağmurun ıslattığı topraklarda otağını kurmaya karar vermiş. Geçen zaman içinde, Kabil; kurduğu otağın fitneleştiğine toprağın kuruduğuna, hastalığınsa kabilesini kırdığına şahitlik etmiş. Hastalık o zamana kadar görünmeyen bir Anka laneti. Hastalık neticesinde kabilede fitneyle başlıyor, öfkeyle devam ediyor, öfke dolu yüreklere gürz gibi inen nefretle birbirlerine vurmaya başlıyorlarmış. Eller ve ayaklar çürüyor, yorulana kadar birbirlerini dövüyorlarmış. Kabil artık bunun dayanılmaz bir salgın haline geldiğini anlayınca, hastalanan her kişiyi iple bağlamak ve aç bırakmak zorunda kalmış. Bu bağlanma ankanın tüyü iyice kızarana kadar sürmüş.

Seyyah, konarına geldiği vakit düştüğü uykudan uyandığında, deri küfeyi eline almış. Ve en yüksek dağın üstüne çıkıp altında uzanan uçsuz bucaksız ovaya bakarak küfesindeki suyu daha evvel su değmeyen toprağa döküvermiş. Amberin yüzü suyu hürmetine yağan rahmet-i şerifi toprağa döker dökmez su büyümüş, büyüdükçe artmış, arttıkça uzamış. Girdapların oluklarında duran kuru ağaç parçalarından balıklar peyda olmuş. Büyüdükçe su; önce adı sonradan öğrenilen dereye, dereden ırmağa, ırmaktan nehre dönüşmüş. Bunu izlerken seyyah, göğü delen bir sesi işitip sağır olurken bir başka tufanın kendisine doğru hızla geldiğini görüyormuş. Tufan-ı afet, önüne kattığı ne varsa her şeyi uçuruyor; kendisine doğru yaklaştırıyormuş. Bu sırada, tufanın ortasında sarıdan kırmızıya dönen taze alaz rengi bir amberi görmüş. Amberle birlikte uçan her ne varsa; taş, kaya, insan her biri az evvel döktüğü suya düşerken, amber dağın başına kadar gelmiş ve seyyahın ayağının dibinde suyu döktüğü ilk yerde, toprağa saplanmış durmuş.

Afet, seyyahı öldürmeyip sağ bırakmazdan az evvel cenupta Kabil, salgın yüzünden kabilenin yarısından çoğunu bağlayınca Habil Kabil’e kabileyi kurutuyorsun o ucube kahinin aklına uyup hepimizi perişan edeceksin diye çıkışmaya başlamış. Güneşin her yer değiştirişinde Kabil’e giden Habil bu kelimeleri aynı tonlama ve aynı öfkeyle söylemeye devam edince Kabil, Habil’e sen de hastasın seni de bağlayacağım diyince birbirlerine vurmaya başlamışlar. Kabil üstün gelince, Habil’i bağlamış ve Habil’in zevcesini kendine karı etmiş. Habil bağlı, Habil öfkeli lakin nafile.

Son bir kez görüşmek istemiş Habil, Kabil’le. Kabil ellerini çözmüş, Habil’in tebessüm ettiğini görünce Kabil iyileştiğini düşünerek ona doğru sarılmak için yanaşmış. İşte tam bu sırada Habil, Kabil’i boynundan yakalayıp gözlerini patlatırcasına sıkarken, Kabil’in boynundaki amber bir hızar gibi kalkıp, Habili yüreğinden boğazına kadar kesip yükselmiş. Habil’in kendinden bağımsız titreyen bedeni düşmüş evvela ardından kanını içmiş toprak. Kabil amberin ardı sıra havalanmış, tufana tutulmuş ve seyyahın döküp de nehir ettiği suya düşüp boğularak ölmüş. Amber, seyyahın ayağının dibine suyu ilk döktüğü yere saplanmış durmuş.

Toprağın kana, kanın toprağa doyamadığı bu yerde, kıraatta duran huzura karşı kıyama kalkan ölüm ve savaş Kabil’den bugüne sürüyor. Ölümlerin çığlığı altında kulağına okunan ezanı lanetleyen Anadolu’da, tabutlarda ne bir çocuk kokusu, ne de bir ağaç. Barut kokuyor tabutlar, kan kokuyor toprak. Habil’den beri.

* PEN 2014 Yeni Sesler Öykü Yarışması Türkiye 1.si