Kan kardeşim Ahmet Erhan

SALİH BOLAT

Ahmet Erhan’la sanırım 1978’de, Ankara’da, ünlü Zafer Çarşısı’ndaki Doğu Çay Evi’nde tanıştık. Daha sonra, aynı yerde Adnan Azar’la da tanışacağımız gibi. (Aslında Ahmet'le 1973-74 yıllarında Adana Erkek Lisesi'nin bahçesinin sol köşesindeki alanda futbol oynarken çok sık karşılaşmışız. Ama o çocukların "biz" olduğunu birkaç yıl sonra öğrenecektik) Çünkü bu çay evi, kafanızda canlandığı gibi bir “ev” değil, birkaç tabure dışında, ayakta çay içilen bir çay ocağıydı. Ahmet, Gazi Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenciydi. Ben de aynı üniversitenin Sosyal Politika Bölümü’nde öğrenciydim. Bir gün yine çaylarımızı yudumlarken, Ahmet’le derslerimizi, okula gitmenin zorluklarını falan konuşuyorduk. Çünkü o zamanlar okuldan eve sağ dönmek bir şanstı. O yıllarda, tanıştığım bir öykü yazarı da Gazi Üniversitesi’nde Ahmet’in hocasıymış. Ahmet 1981’de “Alacakaranlıktaki Ülke” adlı ilk kitabıyla Behçet Necatigil Ödülü’nü alıp, çok genç yaşta kendinden söz ettirince, hoca sanırım kıskanmış (ah şu bazı hocalar!) ve Ahmet’i o dersten bırakmış. Bu hoca ile o yıllardaki Ankara entelejansiyasının devam ettiği “minik” Toplum Kitabevi’nde sık karşılaşırdık. Bir gün ona Ahmet’ten söz ettim ve onun iyi bir şair olduğunu, sınıfta kalmayı hak etmediğini söyledim. Hiç unutmam, “hak ettiği not neyse, onu alıyor” demişti. Bu dersten bilmem ama Ahmet gerçekten de hayatta hak ettiği not neyse, onu aldı. Okur nezdinde şiirlerinden yüz üzerinden yüz aldı. Aile babası olarak tanıklık ettiğim kadarıyla yüz üzerinden otuz civarında aldı. Duyarlılık, içtenlik, arkadaşlık olarak doksan aldı. Yurtseverlik konusunda yüz aldı. Kendini koruma, sağlığına dikkat etme konusunda bence sıfıra yakın aldı. Bazı arkadaşlar onu Türk edebiyatının Baudelaire’ine, Rimbaud’suna benzetiyor. Yanlış. Belki de eksik. Çünkü Ahmet Erhan’ın acısı onlarınki gibi bireysel bunalım kaynaklı değildi. Ahmet içinde yaşadığı somut gerçeklikten kaynaklanan bir acı çekiyordu. Örneğin, 12 Eylül faşizmini yaşamıştı. En yakın ortak arkadaşlarımız Behçet Aysan’ın ve Metin Altıok’un Sivas’ta katledilmelerinden sonra, “Sivas’tan sonra şiir yazılmaz” demişti. Sanırım 1990’ın başlarında, kendisi gibi kaliteli bir insan olan eşinden ayrıldı. İki yıl sonra da ben ayrıldım. Ankara’nın Küçükesat semtinde bir evin bahçe katını kiraladım. Ahmet de bir sokak ötede bir evin bahçe katında oturuyordu. Komşu olmuştuk. Birkaç yıl burada yaşadık. Ama bu süre içerisinde, belki iki-üç kez birbirimizin evine konuk olduk. Ben Ahmet’in yapayalnız bir evde, kendinden kopup gitmiş, kendini kanatan yaşamına tanıklık etmek istemiyordum çünkü bu görüntü beni çok yaralıyordu. İtiraf etmem gerekirse, arkadaşlık adına, eline bir büyük içki şişesi alıp, akşamları Ahmet’in evine gelen mutsuz erkeklere çok kızıyordum. Onun sağlık sorunu olduğunu bildikleri halde, bunu yapıyorlardı. Neyse…Ankara yıllarımızdan sonra, iki yıl arayla İstanbul’a taşındık. En son, Ahmet Silivri’de yaşıyordu. Kendine bir aile kurmuştu. Hatta nikah töreninde buluşmuş, Dersaadet Bar’da yeni evliliğini kutlamıştık. Ben bile şarkı söylemiştim. Ölümünden birkaç ay önce telefonla aradım, kendini ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Gelme” dedi. Biraz bozulmuştum. Bazı ortak arkadaşlarımızla üzüntümü paylaştığımda, “onu o durumda görmeni istememiştir” dediler. Çünkü kimseyle görüşmüyormuş. Ölüm haberini aldığımda yurt dışındaydım. Ankara’daki evinin duvarında, genç yaşta yaşamını yitiren James Dean’ın posteri vardı. Onu çok severdi. Sanki bir an önce onunla buluşmak için her şeyi yaptı. İçinde hep bir ölümü, bir kahroluşu, bir kanamayı gezdirdi.

Ahmet’le “Alacakaranlıktaki Ülke” nin sokaklarında birlikte hüzünlendik, öfkelendik. O yıllarda ülkemiz tam bir “provakasyon” ortamı yaşıyordu. Her gün insanlar, özellikle üniversite öğrencileri öldürülüyordu. Ahmet Erhan’ın “Bugün de ölmedim anne” dizesinin kaynağı olan yıllardı. Örneğin Cumhuriyet Gazetesi her gün ölüm bilançosu yayınlıyordu. Ülke “sağ-sol” olarak keskin biçimde ayrılmıştı. Hükümetler ülkeyi yönetmekte yetersiz kalıyor, bir türlü Cumhurbaşkanı seçemiyordu. Karanlık güçler kahvehane, dernek, öğrenci yurdu basıp bombalıyor, silahla tarıyordu. Yani tam bir “darbe koşulları hazırlama faaliyeti” yürütülüyordu. Ahmet Erhan’la bu koşullarda, bu ortamda tanıştık. Ülkenin durumu duyarlı bir insanın dayanacağı bir durum değildi.

Ahmet Erhan 1975’lerde, Ataol Behramoğlu’nun yönettiği Militan dergisinde yayımladığı şiirlerle dikkat çekti. Haydar Ergülen, Ahmet Erhan’ın ölümünden sonra yazdığı bir yazıda (Artful Living, 5,8,2013) “bütün o devrim umutlarının ortasında, bazen o devrimci durum tespitleri ve tartışmalarının çıkardığı toz dumandan insanların birbirlerini göremediği, olup biteni doğru dürüst okuyamadığı, büyük bir nihilizmin de devrimcilikle birlikte hüküm sürdüğünü, adeta yarıştığını göremediği o ortamda, kara bir koyun gibi bence şiirin de ‘ezberini bozmuştu’” diyecektir. Gerçekten de Ahmet’i asıl ilgilendiren şey, gencecik insanların ödürülmeleri, üç gün sonraki hayatın belirsizliği, belki de beklenen devrimin bir “düşkırıklığı” ile sonuçlanacağını görebilmesiydi. Bu nedenle insani olan acı, bir genç adam olarak onun çok erken olgunlaşmasına neden olacaktı.

Ahmet’in şiirlerinde adeta ne kadar çok hayatla yaşarsa, o kadar çok ölümle ölen bir şair birey vardır. Onun yaşayan yanını “anne” figürü temsil eder. Ahmet’in şiirlerinde “anne” figürü yaşayan, hep orada duran bir figürdür. Evden çıkıp çıkıp giden ve günlerce gelmeyen, biraz sorumsuz, biraz karanlık bir oğulun özlemini sessizce yaşayan bir anne figürüdür. Bir şair birey olarak Ahmet Erhan’ın da yaşayan, hayatta olan yanıdır. Yaşama sevincinin kaynağı, en karamsar zamanlarda başını koyduğunda her şeyi unutturacak bir “diz” dir.

“Bırak kalsın masada ekmek,
testide su
Ayna puslu, pencere camı kirli
Bırak kalsın saçların dağınık,
Gözlerin uykulu.

Saksıdaki çiçek susuz, kedi
yalını bekler bir köşede
Bırak kalsın meyve ağaçta,

kırlangıç havada

(…)

Anne, gel yanıma otur.”

Ölüm ise “baba” figürüyle temsil edilir. Yaşayan anneye karşın “baba” figürü Ahmet Erhan’da hep ölüme gönderme yapar. Belki de bir şair olarak varoluşunun asıl sorunsalı, asıl çelişkisi bu ölmüş olan babadır. Onun geride bıraktığı büyük ve karanlık oyuk, Ahmet’in hiçbir zaman dolduramayacağı, onu içine çeken, mutlu olmayı hissettiği anda teninde tutuşarak ona acı çektiren bir yangın gibi saracaktır. Bu bağlamda Ahmet’i biraz Sylvia Plath’ın erkek karşılığına benzetirim.

“Senin ölümün baba, bende
Bir anafora kapılarak
Yeniden doğuma dönüşüyor
Köklerini toprak altında saklama
Baba, oğlun daha yaşıyor...”

Ahmet’in devrimci duyarlılığı tunçtan yapılmış, eğilip bükülmeyen bir duyarlılık değildir. Tamamen insanidir. Devrim için yola çıkmıştır ama devrim olacağını ummaz. Daha başta yenilgiyi görmüş olmanın derin acısını duyar (Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi) ama vazgeçmez çünkü vazgeçerse onurundan vazgeçmiş olacaktır. Bir kitabının adını, “Deniz Unutma Adını” koyacaktır. Bunu, hem adı “Deniz” olan oğluna, hem de bütün Deniz’lere söylemektedir, sanki. Ahmet’in çok sevdiği şairler, ilginçtir ki intihar ederek yaşamlarını sonlandırmışlardır: Pavese, Yesenin, Atilla Jozsef’, Mayakovski…İçinde hep ölümü gezdiren Ahmet de sanki sürekli bir intiharı yaşamıştır. (Ölüm Nedeni Bilinmiyor)

Ahmet, kısa sayılacak yaşamına (elli beş yaşında yaşama veda etmişti) yirmiye yakın şiir, öykü ve anlatı kitapları sığdırdı. Kitapları birçok saygın ödüle değer görüldü.

Ahmet Erhan: Acısını Akdeniz güneşinden biriktirmiş zakkum çiçeği!

YAŞAMA SEVİNCİ

Bütün güzel kadınlarını bu dünyanın
Sevdim, diyebildiğim zaman
Bütün kentlerini gezdim, denizlerine girdim
Ve artık bir tek taş kalmadı tanımadığım,
bir tek yüz, bir tek yer adı
Söylenecek bütün sözleri dinledim ve söyledim
bütün söyleyeceklerimi
Acının bütün uçurumlarına indim ve çıktım
sevincin bütün dağlarına
Bütün çiçekleri kokladım ve kopardım
bütün meyveleri dallarından
Islanmadığım yağmur, savrulmadığım yel
kalmadı...

Bütün haklı kavgalarında dünyanın
dövüştüm, diyebildiğim zaman
Okudum bütün kitapları, bütün şiirleri yazdım
Ve topladım bütün dillerin en güzel sözlerini,
sıraladım tek bir sözlükte
Bütün mayınları, bütün dikenli telleri
ayıkladım sınırlardan
Ve bir tek zorba çıkmadı önüme.
Bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur,
diyebildiğim zaman
İşte o zaman ölebilirim.

Toprağımda bir çığlık olur da büyür
yaşama sevincim...

AHMET ERHAN